Ahmet Turan EsinBir halk kitabını yitirdiğinde, önce hafızası ölür. Yazı gider, ama kelimeler bir süre daha konuşur. Sonra kelimeler de tükenir; dudaklar hareket eder ama anlam artık yerinde değildir. İnsanın ilk ölümü budur: söylediğiyle duyduğu arasındaki bağın kopması. Üzeyir'in adı, o kopuştan sonra gelen sessizlikte doğar. Çünkü sessizliğin içinde bir yer vardır, herkesin sustuğu ama birinin hâlâ işittiği bir yer. O işiten, kendi dışında bir sesi değil, içindeki unutulmuş sesi duyar. Orada hiçbir vahiy yoktur, çünkü hatırlayan bir varlık için vahiy, zaten kendi derininden yükselen bir hatırlamadır.
Denir ki yüz yıl uyudu. O uyku, takvimle ölçülmez. Zamanın dışına düşen bir bilincin kendi derinini dinlemesidir. Çünkü insan, anlamla arasındaki bağ kopunca, uykuda kalır. Uyanmak, göz açmak değildir; duymayı yeniden öğrenmektir. Üzeyir, unutan insanın yeniden hatırladığı andır. O yüzden hikâyesi, dirilen bir bedenin değil, dirilen bir bilincin hikâyesidir. Bir belde harabeye döndüğünde, taşlar değil, kelimeler yıkılır. İnsan o yıkıntıya bakar ve "bu yer yeniden konuşur mu" der. Ve bir gün, sessizliğin içinde bir kelime doğar. O kelime, eskiden ezberlediği bir cümledir; fakat artık ezber değil, idrak hâline gelmiştir.
Bazen bir cümle, insanı bütünüyle değiştirir. "Allah burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?" diyen ses, aslında dışarıdaki şehre değil, kendi içine konuşur. O şehir, insanın içidir. İçi yıkılmıştır, sessizlikte kalmıştır. O söz, kendine sorulmuş en eski sorudur: "ben nasıl yeniden dirileceğim?" Cevap, dışarıdan gelmez. Çünkü cevap dışarıda olsaydı, herkes duyardı. Oysa bu ses yalnızca birine söylenir; çünkü sadece bir kişi sustuğunda bütün bir halkın işitme yetisi açılır. Üzeyir, o bir kişidir. Onun sessizliği, başkalarının kulaklarını temizler.
Bazıları ona "Tanrı'nın oğlu" dedi. Çünkü insan, bir şeyi anlamadığında onu kutsar. Şaşkınlıkla baş edemeyen insan, hayranlığını ibadete çevirir. Oysa hayranlık, sevginin en kırılgan biçimidir; bir süre sonra tapınmaya dönüşür. Tapınma başladığında ise anlam yine kaybolur. Bu yüzden o söz, bir sapmadır. Çünkü bir insanı ilahlaştırmak, onu işaret ettiği hakikatten koparmaktır. Oysa Üzeyir, işaret edendi, gösterilen değil. Gösterilen Tanrı'ydı. Ama insanlar, gösterilene değil, gösterene bakmayı seçti. Böylece sözü duydular ama anlamını kaybettiler.
Bir toplumun unutması, bir kelimenin anlamını yitirmesiyle başlar. Hatırlamak ise o kelimeye yeniden anlam vermekle olur. Üzeyir'in yazıyı yeniden bulduğu söylenir; ama o, yazıyı bulmadı. Yazı zaten oradaydı, sadece gözler körleşmişti. O gözlerini açtı. Ve gören biri, artık göremeyenler arasında yaşamakta zorlanır. İnsan unuttuğu hakikati biri hatırladığında, onu cezalandırır. Çünkü hatırlayan, diğerlerinin uykusunu bozar. O yüzden bazıları Üzeyir'e hayran oldu, bazıları da nefret etti. Oysa o, ne kahramandı ne düşman; sadece hatırlayan biriydi.
Hatırlamak, bilgiden farklıdır. Bilgi toplanır, hatırlama çağrılır. Bilgi insanın elindedir, hatırlama ise insanı ele geçirir. Üzeyir'in hatırlayışı bu türdendir; dışarıdan aldığı değil, içinden çağrılan bilgidir. O bilgi, yeniden yazdığı kitabın değil, yeniden yazdığı insanın bilgisidir. Dünya o gün anlamın geri dönüşüne tanık oldu. Ama kimse fark etmedi. Çünkü insanlar mucize ararken, sessizliği kaçırırlar. Mucize, bir bedenin dirilmesi değildir; bir bilincin yeniden duyabilmesidir. Üzeyir'in mucizesi, insanın içindeki o kabuğun kırılmasıdır.
İnsan unutur çünkü anlamın tamamına dayanamaz. Hafıza bir nimettir ama aynı zamanda bir yük. Taşıyamadığı hakikati, bilinç dışına gömer. Orası karanlık değildir; aksine, fazlasıyla aydınlıktır ama göz o ışığa alışık değildir. Bu yüzden insan, kendi içindeki aydınlığı karanlık sanır ve ondan kaçar. Her çağda bir kişi o karanlığa döner. Unutulanı hatırlamak için değil, unutanları uyandırmak için. Üzeyir'in yolculuğu böyledir. O, geçmişi canlandırmak için değil, insanın içindeki o kapanmış kapıyı aralamak için gönderilmiştir. Çünkü insan hakikati kaybettiğinde, göğe değil, kendi içine uzaklaşır.
Uyku dediğimiz şey, aslında anlamla temasın kesilmesidir. İnsan hâlâ yürür, konuşur, çalışır ama içte hiçbir şey hareket etmez. Sessiz bir taş gibi yaşar. O yüzden bir halkın uykusu, bireylerin uykusundan daha derindir; çünkü bir halk aynı anda unutmaya karar verdiğinde, tarih donar. Üzeyir'in yüz yıllık uykusu, o donmuş tarihin simgesidir. Her unutma, bir güvenlik biçimidir. İnsan hatırladığında sarsılır, çünkü hatırlamak, duvarların yıkılmasıdır. O duvarlar olmadan yaşamayı bilmez. O yüzden her hatırlayan, suçlu görünür.
İnsan unutarak yaşamayı öğrenir; hatırlayarak ölmeyi. O yüzden hatırlama bir tür ölümdür; eski benin ölümü, yeni bir idrakin doğuşu. Üzeyir'in dirilişi, bir halkın ölümüdür aslında. Çünkü o an, artık eskisi gibi inanamazlar. Her kelime yeniden tartılır, her dua yeniden söylenir. Ve bu, huzur değil, sarsıntı getirir. Hatırlayan insan, toplumun aynasında tuhaf görünür. Çünkü diğerleri hâlâ aynı kelimeleri söylerken, o artık o kelimelerin anlamını duyamaz. Üzeyir'in yalnızlığı, bu anlam ayrılığının yalnızlığıdır. İnsanlar ona bakar ama onu göremez. Çünkü o artık başka bir yerde durmaktadır; sessiz ama diri bir bilincin eşiğinde.
Her hatırlama, bir yalnızlık doğurur. Çünkü insan hakikati duyduğunda, onu kimseyle paylaşamaz. O yüzden peygamberlerin kaderi yalnızlıktır; Üzeyir'in de öyle. O yalnızlıkta yazı yeniden belirir. Yazı, kalabalığın değil, yalnızın işidir. Kalabalık yazıyı duyar ama onu taşıyamaz. Çünkü yazı, kalabalığa değil, bireye iner. Ve işte o an, unutmanın pedagojisi tamamlanır. Bir halk, unutmanın sınırına kadar gelir ve biri hatırlayınca, o unutma sona erer. Ama bu, sevinç değil, acı getirir. Çünkü hatırlamak, her zaman ceza gibidir. İnsan ne kadar çok bilirse, o kadar az huzur bulur.
Her insanda gizli bir arzu vardır: dokunduğunu kutsamak, anladığını büyütmek, sevdiğini tanrılaştırmak. Bu, bilincin en eski hatasıdır. İnsan, kendi içinde duyduğu ışığı dışa taşır ve o ışığa secde eder. Işığı gören göz, ışığın kaynağını unutur. Böylece kutsallık, hakikatin değil, hayranlığın çocuğu olur. Üzeyir'in çevresindekiler de aynı yanılgıya düştü. Çünkü bir insan, kaybolmuş bir kitabı geri getirdiğinde, onu artık insan saymazlar. Oysa o kitap, tanrıdan değil, unutulmuş bir hafızadan dönmüştü. Ama kimse bunu bilmek istemez. İnsanlar mucizeye inanmak ister; çünkü mucize, onları sorumluluktan kurtarır.
Kutsallık böyle doğar: biri bir şeyi gerçekten anlar, diğerleri anlamadığı için o kişiyi tanrılaştırır. Oysa o kişi, sadece hatırlamıştır. Ama hatırlayanın sesi, unutmuşlara ağır gelir. O sesi taşımak yerine, o sesi susturmak isterler. "O tanrıya aitti" demek, "benimle aynı değil" demektir. İnsan bunu derken aslında kendini korur. Çünkü eğer o da insansa, o da hatırlayabilir; bu ise dayanılmaz bir sorumluluktur. "Üzeyir tanrının oğludur" sözü bu yüzden söylenmiştir. Bir insanın taşıdığı anlamla baş edemeyen diğer insanların savunma cümlesidir o.
İnsanın kutsallığı yanlış anlaması bundandır. Tanrısal olan, insandan uzak değildir; ama insan, kendi derinini tanımaktan korkar. İçteki o derin yer, çok yakıcıdır. Orada kalabilmek için yürek gerekir. Bu yüzden kolay olanı seçer: o ışığı kendinden ayırır, karşısına koyar ve ona tapar. Üzeyir, o yanılgının aynasıdır. O gösterdi, onlar büyüttü. O söyledi, onlar süsledi. O hatırladı, onlar efsane yaptı. Çünkü insan, hakikati taşımak yerine hikâyeleştirir. Hikâye kolaydır; anlatılır, unutulur, tekrar anlatılır. Ama hakikat, yaşanır.
Bugünün insanı, Üzeyir'in kavminden farklı değildir; sadece araçları değişmiştir. O zamanlar kitabı kaybettiler, biz anlamı. O zaman harfler dağıldı, biz harfleri çoğalttık ama sesini kaybettik. Şimdi herkes yazıyor ama kimse hatırlamıyor. Bilgi çoğaldı, bilgelik azaldı. Modern insan, unutmayı sistem hâline getirdi. Gündüz öğrendiklerini gece unutur, sonra aynı döngüyü kutsal bir ilerleme sanır. Her şeyin bir sonrakiyle yer değiştirdiği bu hızda, hiçbir kelime kök salamaz.
Bugün biz, o "yüz yıllık uyku"nun başka biçiminde yaşıyoruz. Uyumuyoruz ama uyanık da değiliz. Ekranlar açık, kalpler kapalı. Her şey görünür ama hiçbir şey temas etmez. İnsan artık duygusuyla değil, verisiyle tanımlanıyor. Kelimeler ölçülüyor, cümleler derecelendiriliyor, anlam istatistik oluyor. Yazı artık diriltmiyor, tüketiyor. Oysa tekrarlamak, anlamı derinleştirmektir. Unutmak kolay, hatırlamak emek ister. Ama bu çağ emeği sevmiyor; hızlı, parlak, anlık şeyleri seviyor.
Modern insanın hatırlaması, bir cihazın "geri yükleme" fonksiyonuna indirgenmiş durumda. Oysa hatırlamak bir dosya açmak değil, kendine dönmektir. Ama kendine dönmek acıtır. Üzeyir'in uyanışı, o yüzden bir acıydı; çünkü unuttukça rahatlayan bir varlığın, birdenbire bütün geçmişiyle yüzleşmesiydi. Şimdi biz de aynı noktadayız. Sadece uykumuz daha sessiz, rüyalarımız daha parlak.
Her diriliş, bir hatırlamanın sonucudur; her hatırlama, bir sessizliğin içinden doğar. Çünkü hakikat, gürültüye gelmez. O yüzden büyük uyanışlar hep sessizlikle başlar. Dünyada en derin bilgi, sessizliği dinleyebilme yeteneğidir. Çünkü sessizlikte, kelimeler değil, anlam konuşur. İnsan bunu öğrendiğinde artık kimseye kanıt borçlu olmaz. Üzeyir'in dirilişi bu yüzden kimseye gösteri değildir; o, sessiz bir idrakin dirilişidir.
İnsan dirildiğinde, her şey aynı kalmaz. Çünkü o, aynı yere döner ama aynı gözlerle bakmaz. Taş, taş olmaktan çıkar; su, su olmaktan. Kelimeler bile eski değildir artık. Bir kelimeyi aynı harflerle yazarsın ama başka bir anlamla söylersin. İşte diriliş, o farktır. Üzeyir'in hatırladığı yazı, aslında herkesin içinde duran ama kimsenin okumadığı yazıdır. O yazıyı yeniden okuduğunda, dünya değişmedi; sadece dünya anlam kazandı. İnsan anlamı bulunca dünya değişmiş gibi hisseder.
Üzeyir'in hatırlaması, bugüne söylenmiş bir öğüttür: kaybolan şeyi aramak için uzağa gitme; çünkü kaybolan sensin. İnsanın kendi içinden uzaklaşması, tüm çağların en büyük sürgünüdür. Ve her sürgün, bir hatırlama ihtimalidir. Bazı şeyler bir kez hatırlandığında, bir daha unutulmaz. Üzeyir'in sesi hâlâ yaşayan her insanda dolaşır; ama o sesi duyan azdır. Çünkü o ses, dışarıdan değil, içeriden gelir. İçeriden gelen sesi duymak için susmak gerekir.
Bir gün insan yeniden sessizliği öğrenirse, yazı kendiliğinden döner. Çünkü yazı, kalemden değil, sessizlikten doğar. Her kelime, bir sessizliğin çocuğudur. O sessizliği kaybeden, kelimelerin özünü de kaybeder. O yüzden bugünün bütün sözleri gürültülüdür, ama hiçbirinin kökü yoktur. Üzeyir'in mirası bir kitap değildir; bir duruştur. O duruş, hakikatin önünde diz çökmektir. Ne eksik hissetmek, ne fazla. İnsanın sınırı oradadır: ne olduğunun farkına varmak, ne olmadığını bilmek.
Dirilişin anlamı, varlığın sırrını çözmekte değil, o sırrın önünde eğilmektedir. Çünkü bazı şeyler anlaşılmaz, sadece taşınır. Üzeyir'in taşıdığı şey de buydu: bir yük gibi görünen ama aslında bir nur olan o anlam. Ve sonunda, insanın elinde kalan tek şey budur: sessizlik. Bütün sözler, bütün yazılar, bütün arayışlar orada biter. Çünkü her hatırlama, sonunda susmayı gerektirir. Kelimeler görevini yapar, sonra çekilir. Geriye yalnızca o duruluk kalır.
Belki de tanrının dili, kelime değil, bu duruluktur. Çünkü orada ne soru vardır ne cevap. Yalnızca bir bilme hâli, bir sezgi, bir huzur. İşte Üzeyir oraya ulaşmıştı. O yüzden adı hâlâ bir hafıza gibi dolaşır: unutanların arasında, hatırlayan bir sessizlik. Ve bir gün biri daha çıkar, aynı sessizliği işitir. O zaman Üzeyir yeniden doğar; çünkü hatırlayan her insan, bir kez daha onun yolundan geçer. Bu yol, sonsuza dek sürecektir: unutulacak, susulacak, sonra biri hatırlayacak. Çünkü yazı, asla tamamen kaybolmaz. İnsan ne zaman sustuğunu anlar, işte o zaman dirilir.