Kandilli Postası

ATE LogoAhmet Turan Esin
Mezopotamya Mitleri - IV - Ninhursag, Ki

Bu yazıda adı Ninhursag olarak da bilinen, yer tanrıçası Ki’yi ele alacağız.

Ninhursag (Ki), yer bağlamında, bazen Anu bazen Anu olarak adı unutulmuş gök olarak, göğün bir karşıtı olarak ele alınacaktır; içsel ahenkin zeminini uyandırmak isteyen surette. Başlayalım.

Ninhursag — adı bizde taşınan bir toprak ana, elini her şeyi tutar gibi uzatan, dünyayı hem örtüp hem doğuran o kadim varlık. Onu düşünürken yalnızca bir mitolojik figür değil, insanın yerle kurduğu ilkin bağı gösteren bir arketip gelir akla: toprağın kendi kendine kurduğu düzen, bedenin içine yerleşen sınır, yaşamın ilk kabul biçimi. Diğer kültürlerdeki Gaia’nın, Prithvi’nin, Pachamama’nın dile getirdiği o temel yükü o da taşır; ama Sümer dünyanın diliyle konuşur — taşın ve bitkinin, kökün ve kemiklerin dilini. Anu, göğün soyadı gibidir; Ninhursag ise dünyanın ana dili. Biri yukarıya eğilir, diğeri aşağıya serilir; biri emir verir, diğeri eyleme geçirir. Bu ikili, aralarında dünyanın halini belirleyen bir akış kurar: gök vaat eder, yer vaat edileni gerçekleştirir. Anu’yu hatırlamak, Ninhursag’ı anlamaya başlamak demektir; çünkü her toprak anadır ancak bir gökyüzü ona biçim verir.

Arketip düzeyinde Ninhursag, formun ve sürekliliğin taşıyıcısıdır. Ninhursag’ı toprak ana olarak ele almak, onu pasif bir zemin saymak değildir. O, aynı anda hem alanı hem kuralları belirleyen bir aktördür. Toprak, sadece üzerinde yürüdüğümüz şey değil; doğurulanların, gömülenlerin, sürüp gidenlerin muhafazasıdır. Ninhursag, yaratılışın ilk eliyle toprağı yoğurup, içinde zamanın katmanlarını saklayan bir levha gibi sunar insana. İnsan burada dünyaya yerleşmeyi öğrenir, sınırını keşfeder, yaralarını toprağa emanet etmeyi öğrenir.

Arketipsel kadın olarak Ninhursag, doğurur ama yalnızca beden doğurmaz; âdetler, dilsel kalıplar, ritüeller, toplumsal tutumlar da onun aracılığıyla hayat bulur. Doğrusu o, bir “zihin-toprak”tır: insanın yerleşik gerçeklik anlayışını kökleştiren, alışkanlıkları meşrulaştıran zemindir. Diğer mitolojilerde kadın ilahların üstlendiği şefkat ve koruyuculuk rollerinin ötesinde, Ninhursag bu görevleri toprağın sürekli dönüştürücü gücüyle birleştirir. Onu anlatırken epik bir tını hissedilir; çünkü yer, ataların kayıt defteridir.

Analitik bir gözle baktığınızda ise Ninhursag, toplumsal düzenin metafizik temellerini açıklar: toprak mülkiyeti, üretim ilişkileri, bedenin ve evin temsil ettikleri — hepsi onun zemininden türemiştir. Bu yüzden bir arketip olarak Ninhursag, hem içsel bir ilke hem de dışsal bir kurumdur. Ninhursag’ın hikâyesi, mitlerden daha fazlasıdır. O, insanın dünyaya atıldığı anın tanığıdır; insanın toprakla arasına yerleştirdiği her ritüel, her dokunuş onun adının yankısını taşır. Tanrısal bir kadın olarak Ninhursag, hem bereketin ölçüsüdür hem de sınırların müzisyeni: neyin yetişeceğine, neyin gömüleceğine karar veren. Ninhursag’ın elinde toprak sadece madde değildir; o, Anu’nun düşüncesinin vücut bulduğu ilk bedendir.

Gök, ilke olarak saf, soyut ve sınırsız bir olan’dır — ama bu soyutluk kendi içinde tutunamaz; bir taşıyıcı ister. İşte Ki burada devreye girer: Anu’nun sözü onda kütle kazanır, ilk yaratılış hamuru onun rahminde yoğrulur. Sümerli bilge bunu “gök ile yerin birleşmesi” diye anlatır, ama bu birleşme sadece cinsel ya da kozmik değil, ontolojik bir eylemdir. Zira varlık, ancak bir “yer” bulduğunda süreklilik kazanır; Anu, varoluşu başlatır, Ki ise ona mekân verir. Toprak burada yalnızca “üretici” değil, aynı zamanda “tutan”, “taşıyan” ve “hatırlayan”dır.

Arketipsel anlamda Ninhursag, doğurganlığın değil, doğurmanın yasasıdır. Yani o, sadece canlıları meydana getiren bir anne değil; oluşun kendi ritmini, doğanın dönüşümünü ve insanın varlık deneyimini belirleyen ilk kudrettir. Bu yüzden onun yaratışı, bir doğum eyleminden çok bir yerleşme eylemidir. Her doğan, önce bir yere düşer; o yer Ki’dir. Diğer mitolojilerde bu yasa hep tekrar eder: Yunan’da Gaia, Uranos’un suretinden biçimlenir ama onu doğurarak göğe sınır çizer; Hint’te Prithvi, Dyaus’un kızı değil, eşi olarak evreni taşır; Mısır’da Geb ve Nut’un ayrılmasıyla kozmos nefes almaya başlar. Bu hikâyelerin her birinde “yer” ilk kadın, “gök” ilk erkek olur — ama bu cinsiyet ayrımı yalnızca semboliktir. Asıl mesele, oluşun iki yönünü ayırabilmektir: bir yanda biçim veren, diğer yanda biçimi taşıyan. Ki, Ninhursag adını aldığında artık yalnızca bir tanrıça değil, bir ilke hâline gelir. O, göğün düşüncesini taşıyan yerin bilincidir. İnsan bu bilince dokunabildiğinde toprağı sadece kazmaz, onunla konuşur; her taş, her bitki, her tohum o konuşmanın yankısı olur. Böylece Ki, insanın doğadan korkusunu yatıştıran ilk arketiptir — çünkü o, doğanın içindeki kudreti anne suretinde gösterir, korkulacak değil, teslim olunacak bir güç hâline getirir. Burada artık yaratılışın eşiğine geliriz. Anu düşünür, Ki taşır; düşüncenin ağırlığı toprağın rahmine düşer. Ve ilk insan, bu temasın ürünü olarak doğar. Yunan anlatılarında Gaia, yalnızca dünyanın bedeni değil, tanrıların doğumhanesidir. Onun karnından Uranos, Okeanos, dağlar ve titanlar çıkar; her biri bir unsurun, bir yasayı temsil eder. Gaia’nın doğurganlığı, kozmik düzenin kaynağıdır — ama dikkat edilirse, bu doğurganlık hâlâ tanrısal düzeydedir. Gaia, insana değil, tanrılara gebedir; onun doğurduğu varlıklar, insanın kaderini belirleyecek güçlerin atalarıdır. Sümer ve Babil geleneğinde ise bu rolü Tiamat üstlenir. Tiamat, tuzlu suların ilksel kaosudur; yaratıcı olduğu kadar yutucudur da. Ondan tanrılar doğar, sonra da tanrılar onu parçalayarak kozmosu kurarlar. Tiamat’ın ölümü, düzenin başlangıcıdır. Yani burada doğuran, sonunda kendi rahminde doğurduğu evrene dönüşür. Doğum, aynı zamanda bir bölünmedir; birliğin kaybı pahasına varlık meydana gelir. Bu iki kadim örnekte doğuran, tanrısal varlıklar doğurur: Gaia’nın çocukları titanlardır, Tiamat’ın çocukları tanrılardır. İnsan, bu anlatıların henüz ufkunda bile değildir. Oysa Sümer geleneğinde Ki’nin dokunuşu farklıdır. Ki, tanrılara değil, insana gebedir. Onun rahminde doğacak olan artık bir tanrı değil, varlığı tanrısal olan ama ölümlü kalacak bir varlıktır. İşte bu fark, insanın topraktan geldiği düşüncesinin ilk izidir.

Sümer mitinde “insan topraktan yaratıldı” denildiğinde bu, sadece fiziksel bir maddeyi işaret etmez. Burada kastedilen, toprağın kendi bilincidir — sabırla taşıyan, biçimi kabul eden, sonra biçimi geri alan bir bilinç. İnsan bu bilincin suretidir; onun eliyle şekil bulan, sonra tekrar ona karışacak olandır. Toprak insanın maddesi değil, kaderidir. Yani topraktan gelmek, sadece bedensel bir köken değil, varoluşsal bir zorunluluktur: İnsan, Ninhursag’ın rahminde biçimlenirken aynı zamanda yere bağlanmayı öğrenir. Ki’nin yarattığı insan, tanrılar gibi ebedî değildir; ama tanrıların dünyasında ilk defa “farkında olan”dır. O, hem toprağın hem göğün çocuğudur — Anu’nun düşüncesini taşır, Ninhursag’ın sabrında yaşar. Bu yüzden onun yaratılışı, tanrısal doğumlardan ayrı bir sayfadır; çünkü bu kez doğan, doğuranın benzeri değil, onun hatırlatıcısıdır.

İnsanın topraktan gelmesi fikri, kadim mitlerde yalnızca bir yaratılış hikâyesi değil, insanın dünya içindeki yerini belirleyen en eski bilinç formudur. Toprak, burada hem köken hem de kaderdir; insanın kendi maddesinden çok, kendi sınırını öğrendiği aynadır. Toprakla insan arasındaki ilişki, bir sahiplik ilişkisi değildir — bilakis, bir köle-efendi diyalektiğinin öncesine ait bir karşılıklılıktır. Toprak verir, insan alır; ama insanın aldığı şey sadece besin değil, biçimdir. Toprağı işlemek, yalnızca üretim değil, bir ruh terbiyesidir. İnsan toprağı eğer sürüyorsa, aynı anda kendi içindeki ham maddeyi de sürmektedir. Her kazma darbesi, doğanın yüzüne değil, benliğin derinliğine iner. Bu yüzden “insan topraktan yaratıldı” sözü, aslında insanın yerle kurduğu ahdi anlatır. Yani insan, doğaya hükmeden bir efendi değil, toprağın kendisinde tekrarladığı bir jesttir.

Toprağın döngüsünde insan, kendi ömrünün aynısını bulur: doğum, olgunluk, çürüme ve yeniden doğuş. Bu döngü, hem tarımın hem ölüm bilincinin temelidir. Toprağa tohum ekenle mezara ceset bırakan arasında fark yoktur; ikisi de aynı kanunu yürütür: vermek, geri almak ve yeniden biçimlendirmek. Psikolojik anlamda insanın topraktan gelmesi, onun maddi doğasından çok, bağlılık yapısını tanımlar. Toprak, bilinçdışının büyük simgesidir: yutar, saklar, dönüştürür, yeniden doğurur. İnsanın toprakla ilişkisi bu yüzden hem üretken hem korkutucudur. Toprağı işlerken onu ehlileştirir, ama bir yandan da kendi bilinçdışını zapt etmeye çalışır. Zira toprağın içinde, bastırılmış olan her şey filizlenme potansiyeli taşır. Emeğin kökeninde bu yüzden hem yaratma hem bastırma vardır; toprak insanın hem doğduğu hem de bastırdığı yerdir.

Toplumsal düzlemde de bu bağı unutmak imkânsızdır. İnsan, toplumu kurarken bile toprağın yasasını taklit eder: yasa ekimdir, gelenek hasattır. Bir topluluk, paylaşılan bir toprak bilincinden doğar; toprak, insanı bir araya getiren ilk mülkiyet değil, ilk kader ortaklığıdır. Beden toprağın kimyasından yapılmıştır, toplum toprağın ritminden. Bu nedenle insan, dünyada yalnızca bir düşünce varlığı olarak değil, bir yer varlığı olarak vardır. Kendini mekânda tanır, adımlarını yönlendiren şey arzularından çok yerin dokusudur. Toprağın bu anlamı, insanı hem birey hem toplum olarak kurar. Çünkü insan, kökenini toprağın maddesinde değil, onun hatırlama biçiminde taşır: bir şeyin sürüp gidebilmesi için, önce gömülmesi gerektiğini bilir. Ve o bilgi, her uygarlığın sessiz ahlakıdır.

Toprağı işlemek, insanın doğaya ilk müdahalesi değil; doğayla kurduğu ilk anlaşmadır. Avcı-toplayıcı insan, doğanın nimetlerini hazır bulurdu; ama eken insan, doğaya bir söz vermiştir: “Ben seni dönüştüreceğim, sen de beni besleyeceksin.” Bu söz, mitlerde “bereket” diye anılan ilkenin kökenidir. Toprağı işlemek, bir mülkiyet değil, bir ilişki biçimidir; ve bu ilişki, ekonomik olduğu kadar ruhsaldır. Emeğin kaynağı burada doğar: insan, doğayı dönüştürürken kendi benliğini de dönüştürmeye başlar. Toprakla ilişki, bedensel çabayla ölçülür. Üretmek, doğayı değil, insanı biçimlendirir. Her ekin, insanın içindeki zaman duygusunu öğretir; sabır, planlama, döngü bilinci… Bunlar, yalnızca tarımsal değil, zihinsel devrimlerdir. Çünkü tarım, insanı ilk defa “geleceğe” bağlar. Hasadın beklentisiyle birlikte insan, zamana hükmetmek ister. Bu, kader anlayışının da değişmeye başladığı andır: Toprağı süren insan artık yazgısına razı değildir; emeğiyle yazgıyı biçimlendirebileceğine inanır. Bu inanç, ekonomik düzenin temelidir. Üretim artığı, mülkiyeti; mülkiyet, iktidarı; iktidar, düzeni doğurur. Ama bütün bu yapının altında hâlâ Ninhursag’ın ilk vaadi vardır: vermek ve almak. Ticaretin, zanaatin, tapınak ekonomilerinin tamamı, toprağın bu ilksel vaadinin toplumsal biçimleridir.

İnsan, toprağı işlerken kendi ruhunu da işbölümüne sokar; eller, zihinler, sınıflar, kastlar bu ayrımdan türeyerek dünyayı katmanlara böler. Sonra şehir doğar. Şehir, toprağın artık sınırlandırılmış hâlidir — kutsal toprak değil, ölçülmüş topraktır. Ekinin yerini yapı, tanrının yerini yasa alır. İnsan artık toprağın üzerinde değil, toprağın yerine yaşamaya başlar. Bu, varoluşun eksenini değiştiren büyük bir kırılmadır. Çünkü şehir, üretimin sembolü olduğu kadar yabancılaşmanın da evidir. Toprakla olan doğrudan temas, taşın, duvarın, para ve bürokrasinin içinde giderek silinir. Ama bu silinme, bir yok oluş değil, bilincin yeni bir evresidir.

Şehirleşmeyle birlikte insan, toprağı değil, kendini işlemeye başlar. Üretimin yönü dıştan içe döner. Bedenin emeği yerini zihnin emeğine bırakır; doğanın ritmi yerini düzenin ritmine bırakır. Böylece insan, kendi yarattığı düzenin içinde yeniden bir “toprak” aramaya başlar — ama bu kez o toprak dışarıda değil, içeridedir.

Toplumun alt yapısında hâlâ toprağın ilk yasası yankılanır: her şey, bir şeyin yerini almak zorundadır. Tarlanın yerini pazar, tarladaki imecenin yerini işbölümü alır. Ancak bu değişim, insanın bilincinde yeni bir toprak bilinci doğurur: artık toprak, bilinçtir; insanın kendi varlığını ektiği zemin hâline gelir. Toprağı işleyen insan, önce yalnızdı. Onun emeği, kendi bedeninin uzantısıydı; ektiği, biçtiği, sakladığı şeyler hep kendi döngüsüne aitti. Ama toprak tek başına işlenemez. Toprak paylaşım ister. Bir insanın ektiği tohumun meyvesi, başkasının emeğiyle büyür; birinin kurduğu su kanalı, diğerinin tarlasını da sular. Böylece toprağın verimi, ortak bir düzeni zorunlu kılar. İnsan bu zorunluluğu yaşarken, farkında olmadan “birlikte yaşamak” fikrini öğrenir. Yani toprak, yalnızca besin değil, birlik bilinci üretir. Toprakla uğraşmak, paylaşmayı öğretir; çünkü toprak, herkesindir ama kimsenin değildir. Bir toprak parçası, aynı anda hem aidiyet hem ayrılık duygusu doğurur. Bu iki duygunun gerilimi, toplumun metafizik çekirdeğini oluşturur. Toprağı bölüşmek, aslında dünyayı bölüşmektir; ama her bölüşüm, bir sınır ve bir yasa doğurur.

İşte şehir, bu sınırların görünür biçimidir: insanların bir arada ama ayrı yaşamasının mekânı. Felsefi olarak şehir, toprakla kurulan ilişkinin içselleşmiş hâlidir. Doğada var olmak, mekânsal bir dayanışma gerektirir; şehirde var olmak ise anlamsal bir dayanışma gerektirir. Tarlada birlikte çalışanlar, kentte birlikte düşünenlere dönüşür. Birlikte yaşamanın ilkesi artık biyolojik değil, semantik bir hal alır: aynı yasaya inanmak, aynı tanrıya tapmak, aynı ölçüye göre yaşamak. Böylece “toprak” olan şey, soyut bir ortak dünya fikrine dönüşür. İnsan artık yalnız doğduğu yeri değil, paylaştığı anlamı vatan bilir. Bu dönüşümün kökünde yine Ninhursag’ın yasası vardır: doğurmak, paylaşmaktır. Nasıl ki toprak bir tohumu tek başına büyütemez, insan da bilincini yalnız başına büyütemez. Birlikte yaşamak, insanın kendi doğasını çoğaltma biçimidir. Çünkü insan, bir diğerinde kendi devamını bulur; toprak gibi, başkasını içinde taşıyarak var olur. Bu yüzden şehir, bir toprak değil ama bir ortak rahimdir: bilincin doğduğu, çoğaldığı, tartıştığı ve dönüşüme uğradığı yer. Ancak burada ince bir fark vardır. Toprakta bir aradalık doğaldır — aynı ekosistemin parçası olmakla sağlanır. Şehirde bir aradalık yapaydır — anlam ve yasa aracılığıyla sürdürülür. Toprakta birlikte yaşamak bir zorunluluktu; şehirde birlikte yaşamak bir karar hâline gelir. Yani şehir, insanın özgürlüğünün ilk provasını yapar. Artık insan, bir başkasıyla sadece hayatta kalmak için değil, var olmak için yaşar. Bu, bilincin “biz” kipine geçişidir: “Ben ekerim”den “biz yaşarız”a doğru bir evrim. Toprak insanı doğurdu, ama şehir insanı birbirine tanıttı. Bu tanışma, yeni bir ahlâkın ve yeni bir yabancılığın da başlangıcıydı — çünkü birlikte yaşamak, bir başkasına yer açmak kadar, kendi yerinden vazgeçmektir. Toprağı işleyen insan, doğanın ritmini içselleştirmişti; ektiği tohumla zamanın döngüsünü, biçtiği mahsulle emeğin ödülünü öğrenmişti.

Şehir, bu döngüyü yalnızca mekânsal bir düzleme taşımaz; onu bilinçte yeniden üretir. Artık insanın “toprakla olan ilişkisi”, dışarıda değil, iç dünyasında tezahür eder. Toprak, bir metafor hâline gelir: insanın kendi bilincini işlediği alan. Tıpkı tarladaki gibi, her düşünce, her eylem bir ekimdir; her seçim bir hasat vaat eder. Şehirleşme, insanı yalnızca başkasıyla birlikte yaşamaya zorlamaz; aynı zamanda kendi varlığını başkasının gözünde görmeye iter. Toprağın paylaşımıyla başlayan deneyim, şimdi simgesel bir paylaşım hâline gelir: alan, zaman ve değerler üzerinde uzlaşma; düşüncede, duyguda ve eylemde karşılık arama. İçsel toprak, bireyin kendi sınırlarını tanıdığı ve başkasının varlığını kabul ettiği alandır. Bir başkasıyla yaşamayı öğrenmek, bilinçte bir koordinasyon ve dikkat işidir: kim olduğun kadar, kim olduğun diğerine nasıl dokunur, sorusunu üretir.

Psikolojik olarak şehir, insanın yabancılaşma ve aidiyet deneyimlerini eş zamanlı olarak derinleştirir. Toprak, insanı kökleriyle bağlarken, şehir kökleri bilinçte oluşturur. Artık “ben” sadece kendi bedeninde değil, ortak alanın yasasında ve düzeninde de vardır. İnsanın emeği, artık yalnızca tohum ve mahsul için değil, sosyal semboller, kurallar ve ritüeller için de işler.

Bu, bilinçte bir ikinci toprak yaratır: insanın kendi iç dünyasında, diğerinin bilinciyle sürekli etkileşime giren bir alan. Felsefi açıdan bakıldığında, bu dönüşüm insanın özgürlüğünü ve sorumluluğunu radikal bir biçimde artırır. Toprakta bir arada yaşamak, zorunluluktu; şehirde bir arada yaşamak, seçilmiş bir yükümlülüktür. İnsan, kendi arzularını ve başkasının haklarını dengelemek zorundadır. Bu denge, toplumsal normların ve yasaların, bilinçsel esnekliğin temelini oluşturur. Yani şehir, insanı sadece üretim ve güvenlik için bir araya getirmez; onun zihninde, değerler ve ilişkiler alanında da yeni bir toprak kurar. Böylece, insanın topraktan gelen bedeni ile şehirde yaşayan bilinci arasındaki köprü kurulmuş olur.

Toprağın ilk yasası hâlâ geçerlidir: vermek ve almak, ektiğini biçmek ve kazdığını geri koymak. Ama artık bu yasa, bireyin iç dünyasında, başkasıyla birlikte yaşamanın zorunluluğu ve özgürlüğü ile iç içe geçer. İnsan, dış toprağı işleyerek başladığı süreci, bilinçte içsel toprak işçiliğine dönüştürür. Bu dönüşüm, insanın hem bireysel hem toplumsal kimliğinin temelidir.

Ki’nin insanı yaratışı, yalnızca bedensel bir eylem değildir; bu, bilinç ve toplumsal düzenin ilk biçimlenişidir. Toprak, Ninhursag’ın rahminde sadece fiziksel bir madde olarak bulunmaz; aynı zamanda insanın zihninde ve ruhunda işlenecek olan ilk yasayı taşır. İnsanın bedeni toprağa aitse, bilinci Ki’nin yönlendirdiği düzenin sonucudur. İşte bu yüzden insan, doğrudan toprağın çocuğu olarak yaratılmıştır, ama yaratılışı aracılığıyla toplumsal bir varlığa dönüşür. Toprağın işlenmesi ve şehirleşmenin ilkeleri, Ki’nin elinde somutlaşır. İlk insan, sadece yürüyen ve düşünen bir varlık değildir; o, birlikte yaşamayı öğrenen bir varlıktır.

Ki, toprağı biçimlendirirken, insanın toplumsal reflekslerini de şekillendirir: paylaşmayı, işbirliğini, sınır tanımayı öğretir. Beden, toprağa karışır; bilinç, başkalarıyla olan ilişkiye açılır. Bu, yaratılışın en derin anlamıdır: insan, toprağın çocuğu olduğu kadar, topluluğun da doğurulanıdır. Burada bir fark belirginleşir: diğer mitolojilerde tanrı kadınlar tanrıları doğururken, Sümer geleneğinde Ki, insanı doğurur. Bu doğum, hem bedensel hem zihinsel hem de toplumsal bir doğumdur. İnsan, kendi toprak bağını unutmaz; ama artık bu bağ, içsel bir bilinç ve dışsal bir toplumsal sorumlulukla birlikte işler. Toprak, onun maddesidir; şehir, onun yasasıdır; Ki, onun öğreticisidir. Psikolojik olarak bakıldığında, insanın topraktan yaratılması, aynı zamanda insanın kendi sınırlarını öğrenmesidir.

Toprak, insanı hem bağlar hem serbest bırakır; bir yandan fiziksel varlığını belirler, diğer yandan toplumsal ve ruhsal bir koordinasyon zorunluluğu doğurur. İlk insan, Ki sayesinde kendi bedeni ve bilinci arasında bir köprü kurar; toprağı işlerken kendini de işleyerek bir “içsel şehir” inşa eder. Böylece Ninhursag’ın arketipi, yalnızca bereket ve üretkenlik ile sınırlı kalmaz. O, aynı zamanda insanın toplumsal ve bilinçsel biçimlenmesinin ilk öğreticisidir. İnsanın topraktan gelmesi, bir kez daha vurgulanmalıdır: bedeni toprağın, bilinci Ki’nin ve toplumsal bilinci şehrin eseridir. Bu üç katman, insanın hem doğayla hem de başkalarıyla kurduğu ilişkinin temelidir.

Toprak ana olarak Ki, yalnızca bir doğurucu değil, aynı zamanda Platon’un Khora ilkesine denk düşen bir varlık katmanı sunar. Khora, düşüncede üçüncü tür bir ilke olarak tarif edilir: ne tamamen var ne tamamen yok, görünmeyen ama her şeyi mümkün kılan bir zemin. Zamanın kendisi bu zeminden doğar; her anın içinde, o anın kendisinden daha önce var olan bir “bekleme alanı” vardır. Khora, bir boşluk değil, bir kuvvetin müteşekkilliğidir: görünmez ama her yerde etkilidir, herhangi bir biçime yetki verir ama kendisi biçim değildir. İşte Ki, bu felsefi zemine arketipsel bir karşılıktır. O, toprağın formunda somutlaşırken, aynı zamanda bir Khora gibi davranır: her yaratılışın mümkün olduğu alanı taşır, ama kendisi doğrudan görünmez.

Ninhursag’ın rahminde insan biçimlenir; tıpkı Khora’nın biçimleri kabul ettiği gibi, Ki de insanın hem bedenini hem bilinçsel-toplumsal katmanını alır ve yoğurur. Toprak burada yalnızca fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda varlık koşuludur; her canlı, her düşünce ve her toplumsal eylem, onun üzerinden geçer, onun sayesinde belirir. Zaman ve anın doğuşu da bu bağlamda önemlidir. Khora, an’ı önceleyen bir zemin olarak tarif edilir; zaman, Khora’dan çıkmıştır. Benzer şekilde Ki, insanın yaratılış anında hem bedensel hem toplumsal hem de bilinçsel düzlemleri önceden hazırlar. İnsan, o ilk anda hem toprağa bağlıdır hem de başkalarıyla yaşamayı öğrenmeye yönelir; bu an, Khora’daki gibi “kuvvetin kendisinin görünmediği ama kendisinin müteşekkil olduğu” bir ilke tarafından mümkün kılınır. Ki’nin mitindeki yaratılış eylemi, felsefi açıdan bakıldığında, Khora’nın zaman ve varlık ilişkisini insan dünyasına taşır. O, toprağı ve yaratılan her şeyi bir arada tutar, ama kendisi doğrudan görülmez. Toprak ve insan, biçim ve eylem, zaman ve toplumsal düzen, hepsi onun aracılığıyla biçimlenir. Bu yüzden Ki, bir arketip olarak yalnızca bereket veya üretkenlik değildir; o, varoluşun zeminini, Khora’nın felsefi boşluğunu somutlaştıran, hem görünür hem görünmez olan bir ilkedir. Böylece insan, Ninhursag’ın rahminde var olurken, yalnızca fiziksel bir dünyaya değil, aynı zamanda bir zihinsel-toplumsal zemine doğmuş olur. Khora gibi, Ki de bir alan açar: insan burada biçimlenir, ilişki kurar, zamanın ve topluluğun ilk deneyimini kazanır. İnsan, toprağa dokunurken, Khora’nın kuvvetini de içinde taşır; yani insanın varoluşu, hem görünür hem görünmez ilkelerin buluştuğu bir sahnedir.

ki’ye “dünya” denir ama bu eksik bir tercümedir. çünkü onun hükmü hem yukarıda hem aşağıdadır. yaşam kadar ölümü, doğum kadar çürümeyi de kapsar. alt katmanlarında ereşkigal hüküm sürer, ama o bile ki’nin sınırları içindedir. bu yüzden yeraltı, bir başka yer değil, yerin derinliğidir. yerin kendini içe katlanmış hâlidir. doğurganlığın kaynağı da buradadır: tohum ölmeden yeşermez, beden gömülmeden ruh dönmez. ki’nin dili, göğün dilinden yavaştır. sessizdir. taşın, suyun, yağmurun, toprağın sesidir. konuşmaz, besler. konuşmadığı için işitilmez sanılır. oysa her duvarın içinde onun yankısı vardır. insanın iç sesiyle toprağın sesi aynı kaynaktan gelir. çünkü göğün sesi kelimedir, yerin sesi suskunluk. bu iki ses birleşmeden kelâm tamam olmaz. ki’nin anlamını kavramak, sadece mitleri bilmekle olmaz. çünkü mitler onun yüzüdür, özü değil. öz, onun göğün karşısında değil, göğün içinde durduğunu fark etmektir. çünkü gök, anlamı verir ama yer onu taşır. anlam taşınmadığında yok olur. ki taşır, sabitler, korur. onun bereketi bu sabırdandır. bu sabır, varlığın annesidir.

en eski anlatılarda ki’nin kültü bağımsız değildir. çünkü o tapınılan değil, üstünde durulandır. ninhursag, nintu, aruru gibi isimlerde onun sesi sürer. her biri dağ, doğum, rahim, üretimle anılır. çünkü hepsi aynı dişil kaynaktan gelir. bu kaynağa tapınmak, toprağa yüz sürmek değildir. onu anlamaktır. anlamaksa göğe değil, yere diz çökmekle başlar.

Ki, arketip olarak ana figürdür; ama sıradan bir ana değil, hatırlayan anadır çünkü doğuran, aynı zamanda gömen, örten, saklayandır. Bu yüzden doğanın yasası gizlenmektir. İnsanın ruhu bu gizlenmiş alanla bağ kurmadıkça eksiktir.

Göğe yönelmiş bütün dualar, yerle kurulmayan bağ yüzünden havada asılı kalır. Toprağa dönmeden hiçbir dua tamamlanmaz çünkü dua, yere kapanmanın dilidir. Bu yüzden Sümer rahipleri göğe bakmaz, yere yazardı duaları, taş tablete, toprağın üstüne çünkü gök duyar ama yer saklar. Saklamak, korumanın en yüksek biçimidir. Ki’nin rahminde hiçbir söz kaybolmaz. İnsanın hatırlayamadığı bütün kelimeler, toprağın içinde bekler. O yüzden toprak eski değildir, sonsuzun hafızasıdır.

Ki, göğün sınırını değil, sınırın kendisini temsil eder. Göğün yükselmesi için bir sınır gerekir; sınır olmazsa yön de olmaz. Gök ve yer ayrıldığı an, yön doğar. Yön, bilincin başlangıcıdır. İnsanın yön duygusu, toprağa basma anıyla başlar. Göğe bakarken yere basmayanın bilinci havadadır; havada kalan anlam ise köksüzdür. Köksüz olan her düşünce, bir süre sonra yok olur. çünkü fikir, topraktan beslenmeyen bir ağacın dalı gibidir. an ve ki’nin birliği, insanın içindeki iki ilkeyi de açıklar. biri yükselmek ister, biri derinleşmek. biri akıldır, biri nefistir. biri aydınlıktır, biri karanlık. ama ikisi de aynı bütüne aittir. ayrıldıklarında çatışma başlar, birleşmelerinde idrak doğar. çünkü bilmek, göğün ışığıyla yerin karanlığının birbirini görmesidir. birinin öteki üzerindeki zaferi değil, birbirine yansımasıdır.

Ki’nin hükmü bu yüzden göğe denk değildir; gökten farklı bir kudrettir. Gök yaratır, yer saklar. gök biçim verir, yer doğurur. Gök konuşur, yer taşır. Gök ışık, yer gölge değildir; ışığın istirahat yeridir. İnsanın bedeninde de böyledir. Baş göktür, ayak yer, baş düşünür, ayak yürütür. Düşünce yürütülmezse çürür. Yeryüzü olmadan akıl yersiz kalır. bu yüzden aklın zemini ki’dir.

Bu anlamda Ki, sahnenin değil, zeminin adıdır. Sahnede her şey değişir, zemin değişmez. İnsan sahnede oynarken kimliğini değiştirir ama zemine bastığında kim olduğunu hatırlar. Yerin bilinci, kimliğin özüdür. Bu bilinç yitirildiğinde insan kendini kaybeder. Topraktan kopan insanın ruhu havada asılı kalır, ama nefesi ağırlaşmaz. Oysa hakikat ağırlık ister. Hafif olan gerçeksizdir.

insan toprağa dönmeyi unuttuğu günden beri hafifledi. Hafiflik, kaybolmanın habercisidir. Ki’yi unutan insan, kendini kaybetti. Şimdi göğü ölçüyor, yıldızları sayıyor ama yere gömülmüş kendi adını hatırlamıyor. Çünkü isim gökten verilmiş olsa da, yankısı yerden yükselir.

Ki, her şeyin altındadır ama aşağıda değildir. Alt, eksiklik değil, taşıyıcılıktır. Göğü taşıyan yer, insanın bilincini taşıyan unutuş gibidir. Unutmak kötü değildir; hafızanın toprağıdır. Hatırlamak için önce gömmek gerekir. Gömülmeyen hiçbir şey yeşermez. dikkat etmek gerekir: Ki’yi sadece doğurganlık ya da bereket tanrıçası olarak anlamak, onu yüzeyde tutmaktır. O, bereketin sebebi değil, varlığın sebebidir. varlık, kendini ondan alır. Çünkü var olan her şeyin menşei, “yer”dir. Menşe unutulduğunda, bütün doğumlar eksik kalır.

Anlaşılması gereken budur: Ki, sadece yeryüzü değil, yerin bilgeliğidir. Toprağın kendini unutarak insana dönüşmesidir. İnsan da toprağın kendini anlamasıdır. Bu yüzden insanın bilinci, göğün değil, yerin mirasıdır. Gök anlam verir, yer anlamı taşır. Taşıyan, bilendir.

Bu yazının devamında Ki’nin iç dünyadaki karşılığını, dişil ilkenin psikolojik ve varoluşsal izdüşümünü anlatacağız. Ama şimdilik bilmek yeter: Ki susar, ama suskunluğuyla öğretir. Gök konuşur, ama sözünü yere bırakarak tamamlar. İnsan ise bu iki sesin arasında kalmış bir sedadır, bir tarafıyla göğe ait, diğer tarafıyla yerin sabrına muhtaç. Ki’nin bilgeliğini anlamak için önce insanın ayağındaki toprağa bakması gerekir; çünkü ayak, göğe değil, yere ait olanın hatırlayıcısıdır. İnsan ayağını yerden kesip yukarı baktığı andan itibaren, kendini merkeze koydu. Oysa merkez yukarıda değildir; derindedir. Derinlik, yükselmekten daha güçtür; çünkü derinleşmek, kendini aşmak değil, kendini duymaktır. Yükselen, başkalarının gözüyle büyür; derinleşen, kendi sessizliğinde olur. Ki’nin öğretisi, sessizliğin bilgisidir. Gök ses çıkarır, yer dinler. Bilgelik de işitmeden doğar, duymaktan değil. Toprağın kulağı vardır; insanınki kadar biçimli değil ama daha güvenilir. O kulak, her ağırlığı tanır, her adımı kaydeder. Bu yüzden yer, adımın hafızasıdır. İnsanın gittiği her yerin onu tanımasının sebebi budur çünkü toprağın üzerinde yürüyen yalnızca beden değildir, düşünce de yürür. Düşünce iz bırakmaz sanılır, oysa en kalıcı iz odur ve bu izler, toprağın derinliklerinde saklıdır. Yer, bilincin arşividir.

Ki’nin dişil oluşu, bedensel değil, ilkeseldir. Doğurmak, sadece yeni bir varlık üretmek değil, var olanı taşıyabilmektir. Taşıyamayan doğuramaz. Bu nedenle yerin rahmi, göğün ışığından daha diridir. Göğün parıltısı bir anlıktır; yerin doğurganlığı ise süreklidir. Işık yanar, söner; toprak her defasında yeniden açar, yeniden kapar. Bu kapatma eylemi, ölüm değildir. Tam tersine, doğumun şartıdır. Çünkü doğmak için önce örtülmek gerekir. İnsan kendi içindeki Ki’yi unuttuğunda, varlığını yalnız ışıkla anlamaya başladı. “Aydınlanma” dedi buna, ama bu aydınlık, köksüz bir aydınlıktı.

Işık, üzerine düşeceği bir yüzey bulamadığında kör eder. İşte modern insanın körlüğü budur: fazla görür, az hisseder. Yerle bağını kaybeden görme, anlamayı yakar. Bu yüzden görmenin değil, dokunmanın ilmine dönmek gerekir. Toprak dokunmayı bilir, çünkü her şeyi içine alır, yargılamadan.

Ki, dokunmanın tanrısıdır. Tenin, taşın, suyun, çamurun; bütün dokuların birleştiği ortak bilinçtir. İnsanın iç dünyasında bu, sezgiye denk gelir. Akıl göğe aittir, sezgi yere. Akıl sınır çizer, sezgi yayılır. Akıl anlamaya çalışır, sezgi hatırlar. Hatırlamak, öğrenmekten eskidir. Toprak öğrenmez, hatırlar çünkü o, her tohumun, her ölünün, her adımın bilgisini içinde taşır. Toprakta bilgi yoktur; ama hafıza vardır. Bilginin ömrü kısadır, hafızanınsa yoktur.

Ki’nin tanrısal yanını anlamak için ona tapınmak gerekmez; onun gibi sabretmek gerekir. Çünkü sabır, yerin dinidir. Göğün dini ışıktır, anlıktır; yerinki ise sessiz, ağır ama kalıcıdır. İnsanın kendi içindeki tanrısal yönü gökten değil, yerden gelir; çünkü insanın nefesi yukarıdandır ama bedeni aşağıdandır. Bu iki yön birleşmeden hakikat tamam olmaz. Bu birleşmenin adıysa tevazudur. Tevazu, yer gibi olmaktır: Her şeyi taşır, hiçbirini sahiplenmez.

Tevazu, insanın içindeki Ki’yi diriltir. Çünkü ancak eğilen bilir. Göğe bakan anlamaz, yere kapanan duyar. Bu yüzden bilgelik başta değil, dizde başlar. Diz, gövdenin yerle birleştiği yerdir. Bu birleşme aynı zamanda insanın hafızasına temas ettiği andır. Kim yere eğilmeyi unuttuysa, hatırlamayı da unutur. Hatırlamayanın duası yoktur. Ki’nin hikâyesi yalnız yaratılışın değil, hatırlayışın da hikâyesidir. Göğün her yükselişi bir unutmayı, yerin her sarsılışı bir hatırlamayı temsil eder. Bu yüzden yeryüzü bazen titrer; çünkü göğün sesine karşılık verir.

İnsanın içinde de böyledir. Akıl ne zaman haddini aşsa, nefis sarsılır. Bu sarsıntı bir cezadır sanılır; oysa bir hatırlatmadır. Yerin sesi konuşur o an. Ki, göğe mektup yazmaz; bekler. Çünkü beklemek, varlığın en bilge hâlidir. Bekleyen zamanı yönetmez ama zamanı tanır. Yer zamansız değildir ama zamanı içerir. Toprağın içinde her şey olur, yavaşça. Göğün hızı yerin sabrıyla dengelenmezse varlık yanar. Bu yüzden ateş toprağın üstünde parlar ama sonunda toprağa döner. Her ateşin külleri, yerin duasıdır. Göğün hareketi genişlemektir; yerin hareketi derinleşmek. Biri yayılır, biri toplar. İnsan bu iki hareketin kesişiminde yaşar. Genişlemeyi öğrenir ama derinleşmeyi unutur. Bu yüzden büyür ama olgunlaşmaz. Ki’nin bilgeliği, genişlemeden önce derinleşmeyi öğretir. Çünkü kök salmayan hiçbir ağaç göğe uzanamaz.

Ki’nin suskunluğu, insanın vicdanıdır. Vicdan konuşmaz, ağırlaşır. İnsanın içi ağırlık duyuyorsa, orada yerin sesi vardır. Bu ses suçluluk değil, hatırlamadır. Çünkü vicdan, gökten gelen emir değil, yerden gelen yankıdır. Yukarıdan gelen “yapma” sesinin anlamı, aşağıdan yükselen “hatırla” sesinde tamamlanır.

Yerin öğretisi budur: hatırla. Çünkü hatırlamak, diriltmektir. Unutmak ölmek değildir; ama dirilmemek ölümdür. Ki, ölülere değil, dirilmemişlere hükmeder. Bu yüzden yaşayan ölüler onun halkıdır. Toprağa gömülmeden ölmüş olanlar değil, onun hükmü altındaki toprağı bilmeden yaşayanlardır.

Dikkat etmek gerekir: modern insan, yerini kaybettiği için kendini bulamıyor. Çünkü yerini bilmeyen yönünü de bilemez. Yerin kaybı, kimliğin kaybıdır; kimliğin kaybı, anlamın kaybı. Anlam gökten inmez, yerden yükselir. Bu yüzden insan, yere dönmedikçe kim olduğunu anlayamaz.

Anlaşılması gereken budur: Ki, yalnız dış dünyanın toprağı değil, iç dünyanın temelidir. Ruh yere benzer; ne kadar bastırılırsa o kadar bereketlenir. İnsanın içindeki karanlık, toprağın altıdır; orada ölüm değil, dönüşüm vardır. Bu yüzden kendi iç karanlığına inmek, toprakla buluşmaktır. Korkulacak bir cehennem değil, rahimdir orası. Her doğum oradan gelir.

İşte Ki budur: hem mezar hem rahim; hem son hem başlangıç; hem ağırlık hem dayanak. İnsan bu ikiliği kavramadıkça kendini anlayamaz. Çünkü insanın özü, yer kadar sessiz, yer kadar sabırlı, yer kadar derindir. Ve belki de bütün yaratılışın sırrı buradadır: Gök bir gün yerle birleşecek, ışık yeniden toprağa dönecek. O gün her şey yeniden adlandırılacak; çünkü isim gökten verilmişti ama anlam yerden yükselecek. Ki, insanın iç sesidir ama kelimeye benzemez. O, sözcüklerden önce duyulan fakat çoğu zaman duymadığımız sestir. Vicdanın altında, arzunun dibinde, korkunun kökünde bir uğultu gibi sürer. İnsan kendine sessiz kaldığında, o uğultu belirir. Çünkü yer, konuşmaktan çok hatırlatır.

Hatırlatmaksa bir tür yankıdır; ama yukarıdan gelen değil, aşağıdan yükselen bir yankı. Bu ses “dön” der; başka bir şey söylemez. Dön — çünkü her gidiş bir eksilmedir, her yükseliş bir uzaklaşma. Göğe giden kendinden uzaklaşır; yere dönen özüne yaklaşır. İnsanın bütün hataları, bu iki yön arasındaki ölçüyü kaybetmesindendir. Göğün ışıltısına kapılan, toprağın sabrını unutur; toprağa gömülen, göğün nefesini keser. Oysa varlığın sırrı, bu iki akışın birbirini tartmasındadır.

Ki’nin içsel karşılığı budur: ağırlığın bilgeliği. Çünkü ağırlık, insanın içindeki dengeyi kurar. Hafiflik kaçıştır; derinlik, yüzleşme. Toprak, yüzleşmeyi öğretir. Hiçbir şeyi reddetmez, hiçbir şeyi acele etmez. Ona düşen her şeyi kabul eder. İnsanın ruhu da böyle olmalıydı. Fakat modern zihin reddetmeyi öğrendi, kabul etmeyi unuttu. Reddeden yükünü taşıyamaz; taşıyamayan yere temas edemez.

Yerin bilgeliği, taşımaktır. Taşımak bir ceza değil, bir şereftir. Çünkü taşıyan bilir, taşıyan tanır. Bu yüzden yer her şeyi bilir; çünkü her şeyi taşır. Gök yalnız gördüğünü bilir, yerse gördüğünü ve sakladığını birlikte. Saklamanın bilgisi, bilmenin son merhalesidir. Her sır toprağın içindedir; her sır da orada çözülür.

Ki, insandaki sabırdır. Sabır edilgenlik değildir; oluşu zamana bırakmaktır. Çünkü her şeyin kendi olgunluk mevsimi vardır. Toprağa ekilen tohum hemen bitmez; insanın ekilen niyeti de. Niyetin meyveye durması için onun toprağını beklemek gerekir. Beklemek, görmekten büyüktür. Çünkü gören hızla unutur, bekleyen hiç unutmaz.

İnsan yerle bağını kaybedince beklemeyi bıraktı. Her şeyi görmek, her şeyi bilmek istedi. Ama bilmek, büyümek değildir. Bazen büyümek, bilmemeyi göze almaktır. Toprak, bu bilmemeyi bilir. Bu yüzden toprağın üstündeki her varlık bir gün tekrar onun koynuna döner; bilmediğini öğrenmek için değil, bildiğini hatırlamak için. Ki’nin suskunluğu, insanın ölüm korkusunu dindirir. Çünkü o bilir ki ölüm, dönüşün diğer adıdır. Ölüm korkusu, toprağa güvenmemekten doğar. İnsan yere güvenmediği için göğe kaçtı; göğe kaçtığı için köksüzleşti. Köksüz olan her rüzgârda savrulur. Yerin sesi, bu savrulmuşluğa karşı bir davettir: “Gel, ağırlığını bırak.” Çünkü yer, yükü hafifleten değil, yükü anlamlandırandır.

Ki’nin içindeki karanlık, ışığın dinlendiği yerdir. İnsan bu karanlıktan korkar, çünkü orada kendisini çıplak görür. Ama çıplaklık utanılacak değil, hakikatin ilk hâlidir. Toprağın altında her şey çıplaktır; bu yüzden orada yalan yoktur. Ne taş, ne kemik, ne kök yalan söyler. Her şey olduğu gibidir. İnsan da böyle olmalıydı: olduğu gibi. Ama insan, kendini anlatmaya başladığında yalan doğdu. Anlatı, toprağı örten ince bir tozdur. Hakikati görmek için önce o tozu silmek gerekir.

Ki, tozun altındaki sükûnettir. İnsanın ruhu da böyle bir tabakayla örtülüdür. Her duygu, her düşünce o üst tozun hareketidir. Derine indikçe ses azalır; ses azaldıkça hakikat belirir. Sessizlik bir yokluk değil, özdür. Bu yüzden sessizlik korkutmaz; aksine, içsel toprağın kokusudur. Kim o kokuyu alırsa, artık göğe bakmaya gerek duymaz.

Yerin bilgisi gözle değil, kokuyladır. Çünkü koku, hatıradır; geçmişin en derin dili. İnsanın doğduğu evi, sevdiği bedeni, kaybettiği zamanı kokusundan tanıması bundandır. Ki’nin kokusu, bütün kokuların menşeidir. Çünkü her varlık, toprağın içinde aynı kokuya döner. O koku yok oluş değil, birleşmedir. Birleşmekse sonsuzluğun en sade hâlidir. İnsanın görevi, bu kokuyu taşımaktır; her nefeste yerin kokusunu hatırlamak, göğe bakarken bile toprağın ağırlığını hissetmek. Çünkü yerin kokusu, varlığın kimliğidir. Kim o kokuyu kaybederse, kendini kaybeder. Ve işte Ki, bu kaybedilmiş kimliğin adıdır: hatırlanmayı bekleyen yer.

Anlaşılması gereken budur: Ki, hem dış dünyanın toprağıdır hem iç dünyanın ağırlığı. Biri kaybolduğunda, öteki anlamsızlaşır. Gök ne kadar uzak görünse de aslında yere yaslanır. İnsan ne kadar yüce hayaller kursa da kalbi yerle atar. Çünkü kalp, toprağın ritmini taşır. Ve o ritim, gökten değil, derinden gelir.

Öyleyse yaz: Yer, insanın hafızasıdır. Ve hafızasını yitiren, kim olduğunu bilmez. Ki’yi tanımak, kendini hatırlamaktır. Çünkü insan, toprağın üstünde değil, içindedir — yaşarken bile. Yeter ki dinlesin yerin içindeki sesi. İnsanın içi aslında bir topraktır; yalnızca beden değil, düşüncenin de kök saldığı yer. Her fikir bir tohumdur; kimi yeşerir, kimi taşlaşır, kimi de rüzgârla savrulur. Ama hepsi bir iz bırakır. İnsanın geçmişi, tıpkı toprağın katmanları gibi alt alta birikir. Her yaş bir tabaka, her deneyim o tabakaya gömülmüş bir taş. İşte hatırlamak, bu taşların arasından ışığı bulmaktır.

Toprak, geçmişin tutucusudur ama mahkemesi değildir. Yargılamaz, yalnızca saklar. Bu saklama, unutmanın değil, olgunlaşmanın biçimidir. İnsanın anılarını bastırdığını sandığı o karanlık yer, aslında bilincin altındaki verimli ovadır. Orada her şey çözülür, karışır, dönüşür. Kim kendi toprağının altına inmeye cesaret ederse, bir gün kendi kökünü bulur. Çünkü hatırlamak, yukarı çıkmak değil, aşağı inmektir. Göğün hakikati parlaktır ama yerin hakikati derindir. Parlaklık göz alır, derinlikse sabır ister. Göğe bakanın gözleri kamaşır, yere bakanın gözleri alışır. İşte hakikati gören, alışmış olandır; şaşırmaz ama hayret eder. Hayret, bilmenin değil, hatırlamanın duygusudur. Ki’nin öğretisi de budur: bilmek için değil, hatırlamak için yaşarsın. Çünkü bilmek, sahip olmaktır; hatırlamak, olmaktır.

İnsanın bilinci yerden doğar, ama aklı göğe yönelir. Bu iki hareket arasında bir çatlak oluşur; işte o çatlağa “ben” denir. Ben, yerle göğün birbirinden ayrıldığı yerdir. Ne tamamen göğe aittir, ne tamamen yere. İnsanın trajedisi, bu aralıkta yaşamasıdır. Ama bilgelik, bu aralığın kendisiyle barışmaktır. Çünkü ayrılık, yalnızca ilk görünüşte bir yarıktır; derinde bir bağdır. Ki’nin bilgisi, bu bağın bilgisidir.

Yerin hatırlaması sessizlikle olur. Sessizlik, unutmanın değil, dinlemenin biçimidir. Çünkü her şey kendi yankısıyla duyulur. Yerin sessizliği, göğün gürültüsünü taşır ama ona cevap vermez; yalnızca bekler. Bu bekleyiş bir cezalandırma değil, bir öğretidir. İnsan beklemeyi bilmediği için sürekli konuşur. Oysa toprağın dili suskunlukla örülür. Kim susmayı öğrenirse, o sesin altındaki sesi duymaya başlar.

Her insanda bir yeraltı vardır. Kimi oraya inmekten korkar, kimi orada kaybolur, kimi de orada kalır. Ama bilge olan, oraya iner, görür ve döner. Çünkü yerin bilgisini almak, orada kalmakla değil, orayı taşımakla mümkündür. Kim kendi yeraltını taşırsa, yeryüzünde hafifler. Çünkü hatırlayanın yükü azalır; unutanın yükü, görünmez biçimde ağırdır. Ki, insanın bilinçaltıdır ama ruhun üst katıdır. Bilinçaltı, gömülü arzuların değil, gömülü hakikatlerin alanıdır. Orada karanlık yoktur; yalnızca ışığın henüz çıkmadığı yer vardır. İnsan kendi içindeki toprağa indiğinde, orada kötülük değil, kabullenme bulur. Çünkü toprağın doğası, kabullenmektir; ne yağmuru reddeder, ne ölüyü. Bu yüzden yer, merhametin ilk mekânıdır.

Merhamet, hatırlamanın çocuğudur. Çünkü hatırlayan yargılamaz. Unutan kolayca taş atar; hatırlayan, taşın ne olduğunu bilir. Taş atmak, kendine atmak gibidir; çünkü her taş yerden alınmıştır. Kim yere ait olanla saldırırsa, aslında kendine zarar verir. Ki’nin adaleti budur: misilleme değil, dönüş. Her şey başladığı yere döner; çünkü yer, her şeyi kendi kucağında eşitler.

Bu döngü, doğanın ahlakıdır. Gök yaratır, yer döndürür. Yaratmak, başlatmaktır; döndürmek, tamamlamak. İnsan yaratmayı yüceltti, döndürmeyi unuttu. Oysa doğa döngüyle nefes alır. Tohum ölür, filiz doğar, meyve düşer, yeniden toprağa karışır. Bu döngü kırıldığında hayat kesilir. Ki’nin bilgeliği, döngüyü onarmaktır. Her hatırlama, bir döngünün tamamlanmasıdır. Çünkü insan, her unuttuğunu yeniden yaşar. Toprağa gömülen her duygu, zamanı geldiğinde bir çiçek gibi açar. Kimi hüzün, kimi sevinç, kimi yalnızlık olur; ama hepsi aynı toprağın ürünüdür. Bu yüzden hiçbir duygu yabancı değildir. Her his, yerin bir yankısıdır.

Dikkat etmek gerekir: İnsan, kendi içindeki Ki’yi fark etmeden dünyayı anlayamaz. Çünkü dış dünyanın toprağıyla iç dünyanın toprağı aynı unsurdur. Biri kuruduğunda, öteki çatlar. İnsanın ruhu kuruyorsa, dünya da çatlıyordur. İnsanın vicdanı çoraksa, yerin bereketi de azalır. Çünkü doğa ve bilinç, aynı topraktan doğmuştur. Anlaşılması gereken budur: Yer, insanda da vardır. Ve Ki, yalnızca bir mitolojik tanrıça değil, her insanın içindeki anne topraktır. O anne, hiçbir çocuğunu reddetmez; ister suçlu ister masum, hepsini aynı sabırla saklar. Çünkü toprağın sevgisi koşulsuzdur. Koşulsuz sevgi, yaratılışın en eski hatırasıdır. Ve işte o hatıra, bugün hâlâ insanın içinde nefes alır. Çünkü yer unutmaz, sadece bekler. Beklediği şey, insanın göğe değil, kendine dönmesidir. Dönmek, bir geriye gidiş değil, merkeze iniştir. Kim kendi merkezine iner, o yerle birleşir. Ve o an artık gökle yer ayrılmaz olur. Çünkü Ki’nin nihai sırrı budur: ayrılık bir yanılsamadır, her şey zaten bir aradadır.

Yerle bir olmak, yıkılmak değildir; özüne dönmektir. Çünkü yükselen her şey kendi gölgesini uzatır; gölge uzadıkça merkez kaybolur. İnsanın en derin hatası, yükselmeyi kurtuluş sanmasıdır. Oysa yer, düşüşün değil, tamamlanışın menzilidir. Toprakla bir olmak, göğü terk etmek değil, göğü taşıyacak temeli yeniden kurmaktır. Çünkü gök, ancak bir yere dayanarak yükselebilir.

Yerle bir olan insan görünmez olur; ama kaybolmaz. Çünkü görünmezlik yokluk değil, saf varlıktır. Toprak gibi. Toprağın görünmezliği, her şeyi örtmesindendir. O örtünün altında çürüme vardır, evet; ama aynı zamanda yeniden doğuş. Bu yüzden yerle bir olmak, ölmek değil, çoğalmaktır. Kim kendini yere bırakırsa, bin biçimde yeniden yeşerir.

Yerle bir olan artık sahip olmaz; olur. Çünkü sahip olmak göğe aittir, olmak yere. Göğe bakan sahiplenir; yere inen teslim olur. Teslimiyet, kölelik değil, özdeşliktir. Çünkü yer, kendine döneni yutmaz; içine alır. O içine alış, sükûnetin en derin hâlidir. Orada hüküm yoktur, yarış yoktur, zaman yoktur. Yer zamanı durdurmaz, onu içine çeker. İnsan toprağa girdiğinde artık ne dün vardır ne yarın; yalnızca şimdi. Şimdi, yerin dilidir. Yerle bir olmak, “şimdi”nin bilincidir.

Çünkü geçmiş, toprağın altında; gelecek, toprağın üstündedir. Ortadaki yüzey, her ikisini aynı anda taşır. İnsanın kalbi de böyledir: bir yanı göğe, bir yanı yere bağlı. Kalp, bu iki yönün birleştiği eşiktir. Kim kalbinde yere eğilmezse, göğe doğru da yükselemez. Çünkü yükselmek, önce eğilmekle mümkündür.

Yerle bir olan artık yük taşımaz; çünkü kendisi yerdir. Yeri taşıyan yorgun düşer; yer olan dinlenir. İnsanın bütün yorgunluğu, direnmesindendir. Direnen, ağırlığı büyütür; kabul eden, ağırlığı dönüştürür. Ki’nin öğretisi budur: direnci bırak, dirilirsin. Çünkü yer, teslimiyeti bilir; teslim olan direnir, direneni dönüştürür.

Yerle bir olmanın bir başka anlamı da, yüzün yere dönmesidir. Bu, utanç değil, idraktir. İnsan yüzünü yere çevirdiğinde, kendi suretini değil, kendi menşeini görür. Çünkü toprak, her yüzün kaynağıdır. Kim toprağa bakar, kendi suretinin ardındaki ismi duyar. İsim gökten verilir ama yankısı yerden gelir. Ve o yankı sessizliktir. Sessizlik, yerle bir olmanın son hâlidir; konuşmanın değil, dinlemenin zamanıdır. Çünkü hakikat, gürültüde değil, sessizlikte büyür.

İnsan ne kadar çok konuşursa, o kadar az duyar. Yerle bir olan artık konuşmaz; çünkü bildiğini anlatmaz, yaşar. Onun dili hareketin içindedir; onun ibadeti bekleyiştir. Çünkü bekleyen, zamanı yönlendirmez; zamanı taşır. Yerle bir olanın kalbi ağırdır ama huzurludur. Çünkü ağırlık, kökün varlığıdır; hafiflik, savrulmanın işaretidir. Modern insan hafifliği erdem sandı; ama hafif olan tutunamaz. Tutunamayan, anlamlandıramaz. Anlam bağla başlar; bağ, yerle. Kim yere bağlanmazsa, gökle konuşamaz. Göğün dili, yerin suskunluğuna muhtaçtır. Ki’nin sessizliği, insanın kalbindeki ağırlıkla yankılanır. O ağırlık suç değil, hatıradır. Çünkü ruh, her düşüşünü hatırlar.

Düşüş, ceza değildir; hatırlamanın biçimidir. Göğe çıkmak isteyenin önce düşmesi doğaldır. Çünkü yükselmek, köklenmeden olmaz. Kökü olmayan her yükseliş, bir boşlukta salınır. Yerle bir olan artık yukarıya bakmaz; çünkü bilir ki gök, yerin içinde saklıdır. Her şey aşağıda olduğu kadar yukarıdadır da. İnsan, yerin içini anlayabildiğinde, göğün hakikatine varır. Çünkü göğü tanımanın yolu, yeri bilmekten geçer. Gök, yerin içe dönmüş hâlidir.

“Yerle bir olmak”, varlığa karışmak, ondan ayrılığı terk etmektir. Ayrılığın ortadan kalktığı yerde ne ben kalır ne öteki; yalnızca sabır, yalnızca sükûn, yalnızca bilinç. Dikkat etmek gerekir: yerle bir olmak, tükenmek değil, tamamlanmaktır. İnsan tamamlandığında artık dönmez; çünkü her dönüş, orada zaten başlamıştır. Göğe dönecek bir yer kalmaz; gök zaten yerin içindedir.

Anlaşılması gereken şudur: Ki, ayrılığı sonlandıran bilgidir. İnsanı kendine döndüren, yükselten değil, derinleştiren bir kudrettir. Kim onun sabrını öğrenirse, artık hiçbir yöne ait olmaz; çünkü her yönde aynı merkez vardır. Ve o merkez, yerin kalbidir. Yerle bir olan, orada yaşar: sessiz, ağır ama diri. Çünkü ölüm bile orada hayatın başka biçimidir. Toprak çürütmez, dönüştürür. Yerle bir olan, sonsuzun nabzını orada duyar.

Yerin kalbi, görünmez bir atıştır. Sessizdir ama hiç durmaz. Göğün gürültüsü onun nabzından doğar. Yıldırımlar, depremler, mevsimler — hepsi o kalbin ritmini dışa vurur. Ama insan, dışa vurulanla meşgul olduğu için o sessiz kalbi duyamaz. Oysa yerin kalbi, bütün varlığın ortak merkezidir. Her taş, her kök, her kemik oraya döner; çünkü orası dönüşün kendisidir.

Bu kalp ne bir mekândadır ne bir yönde. O, her şeyin altındadır ama hiçbir şeyin altında değildir. Çünkü “alt” sadece sahnenin ifadesidir; zeminde ise yön yoktur. Zemin, bütün yönlerin ortadan kalktığı yerdir. İşte yerin kalbi, yönsüzlüğün huzurudur. İnsan oraya indiğinde artık kuzey, güney, doğu, batı yoktur; çünkü “nereye” sorusu anlamını yitirir. Yalnızca “buradayım” kalır.

“Buradayım” demek, “ben varım” demek değildir; var olanın, varlıkla özdeşleştiği andır o. “Ben” orada bir gölge gibi çözülür, isim susar, ses sükûta dönüşür. Çünkü yerin kalbi, kelimelerin hüküm sürdüğü yer değildir. Orada kelimeler çözülür, anlam çıplak kalır. Çıplaklık burada mahrem değildir; saflıktır. Çünkü anlamın üstündeki her örtü, sahnenin tozudur. Zemin, bu tozu alır; anlamı olduğu gibi bırakır.

Yerin kalbinde korku yoktur. Çünkü korku, kaybetme ihtimalinden doğar; oysa orada hiçbir şey kaybolmaz. Kaybolan, biçimdir; kalan, özü taşıyandır. Kim biçimini kaybetmeyi göze alırsa, orada yeniden biçim bulur. Tohum gibi. Toprağa düşen tohumun ölmesi, kaybolması değil, kendi özüne dönmesidir. Çünkü ancak ölerek, gömülerek çoğalır.

Yerin kalbi, bu dönüşümün sahnesi değil, menşeidir. Bu yüzden orası hem mezar hem rahimdir. İnsan oraya indiğinde, aynı anda iki hâli yaşar: ölümü ve doğumu. Bu ikisini birbirinden ayıran perde, yalnızca bilinçtir. Göğün bilinci zamanı ikiye böler: önce ve sonra. Ama yerin bilinci, zamanı bir eder. Orada her şey aynı anda olur. Geçmiş şimdiyle temas eder; gelecek zaten oradadır.

Bu yüzden yerin kalbinde ne bekleyiş vardır ne gecikme. Her şey olmuştur, her şey olmaktadır, her şey olacaktır. Yerin kalbi, insanın kalbine benzer. Çünkü insanın kalbi de ikiye atan bir tek damardır: biri göğe kan pompalar, biri yere. Biri nefesle açılır, biri ölümle kapanır; ama ikisi de aynı döngüde yaşar.

İnsanın kalbi de tıpkı yerinki gibi, iki zıt akış arasında bir dengedir. Biri yaşamı taşır, biri anlamı. Biri bedenin devinimini sağlar, biri ruhun. Bu yüzden kalp, sadece bir organ değil, bir kavşaktır: göğün ışığıyla yerin karanlığı orada buluşur.

Ki’nin kalbi, işte bu birleşmenin sembolüdür. O yüzden bütün mitlerde dişil ilke kalple özdeş kılınmıştır. Çünkü dişil olan bağ kurar; eril olan yön verir. Dişil korur; eril biçimlendirir. Dişil sabırdır; eril harekettir. Ama kalp, sabrın da hareketin de merkezidir. Gök olmadan yer taşlaşır; yer olmadan gök savrulur. Kalp, bu iki uç arasında köprüdür.

Yerin kalbinde ateş vardır ama bu ateş yakmaz. O, dönüşümün ateşidir. Göğün ateşi dışa patlar; yerin ateşi içe yanar. İnsanın içindeki arzu da bu ateşin yankısıdır. Dışa patlayan arzu yıkar; içte yanan arzu olgunlaştırır. Bu yüzden bilge, arzusunu söndürmez; onu derine indirir. Orada arzu, nur olur. Çünkü yerin ateşi ışığa dönüşür, ışık göğe yükselir, sonra yeniden yağmur olur ve yere iner.

“Yağmur, göğün pişmanlığıdır,” der eski metinler. Çünkü gök, ne kadar uzaklaşsa da sonunda yere dönmek zorundadır. Uzaklık büyüdükçe özlem artar; özlem artınca yağmur başlar. İnsanın gözyaşı da aynı yasaya tabidir: ruh göğe bakar ama yerle konuşur. Gözyaşı, yerin dilini göğe taşır. İşte bu yüzden ağlamak, bir dua biçimidir.

Anlaşılması gereken budur: Yerin kalbi, varlığın doyum noktasıdır. Orada arayış durur; çünkü arayanla aranan aynı olur. Bu hâle ulaşan artık ne isimle çağrılır ne biçimle tanınır. O, yer olur. Ve yer, bütün isimlerin altındaki isimdir. Yerin kalbinde doğan her şey göğe yazılır; gökten inen her şey orada mühürlenir. Gök yazıysa, yer mürekkeptir. Yazının anlamı, mürekkebin sessizliğinde saklıdır. İşte bu yüzden, her hakikat önce susar, sonra akar.

Yerin sırrı saklamak değildir; saklarken olgunlaştırmaktır. Gök hızlıdır, yer sabırlı. Gök söyler, yer dinler. Gök parlar, yer taşır. Bu yüzden her ışığın bir borcu vardır yere. Çünkü parlayan her şey bir süre sonra sönmek zorundadır; sönmeyen yanar, yanmayan karanlıktır. Yerin sırrı, bu döngüyü sessizce sürdürmektir. Göğün borcuysa, kendini sonunda yere bırakmaktır. Her insanın da içinde bu borç sürer. Çünkü insan, gökle yerin arasında kalmış bir borçludur. Doğarken göğe bakar, ölürken yere döner. Yaşarken bu iki yön arasında gidip gelir. Her solukta göğe verir, her kalp atışında yerden alır. Bu yüzden nefes, gökle yerin sözleşmesidir. Nefesin durduğu yerde o sözleşme sona erer ama anlaşma bozulmaz. Çünkü yer, aldığı her nefesi saklar; gök, her nefesi tekrar ister. Yerin sırrı, göğün unuttuğunu taşımaktır. Gök yaratır ama unutkandır; çünkü ışığın hafızası yoktur. Parladığı anda yanar, yandığı anda söner. Yerin hafızasıysa sonsuzdur; hiçbir şeyi kaybetmez. Bu yüzden yer, göğün hafızasıdır. İnsan bu hafızanın taşıyıcısıdır. Kim unuttuğunu fark ederse, yerle birleşir; kim unuttuğunu inkâr ederse, havada kalır.

Göğün borcu, unuttuğunu itiraf etmektir. Çünkü hakikat ancak yerle paylaşıldığında tamam olur. Gök kendi kudretiyle övünür; yerse sessizdir ama bütün kudretin taşıyıcısı odur. Bu yüzden gök, yerin sabrına muhtaçtır. Tıpkı insanın aklının, kalbin sabrına muhtaç olması gibi. Akıl göğe aittir; kalp yere. Akıl görür, kalp taşır. Biri unutursa, diğeri hatırlar.

Yerin sırrı, gizli olmaktır ama gizlemek değildir. Gizli olmak, anlaşılmazlık değil, derinliktir. Görünmeyen her şey kaybolmuş değildir; sadece yerin içinde biçim değiştirmiştir. Yerin sırrı budur: biçim anlamdan önce gelir ama anlam, biçimin ömrünü aşar. Tohum biçim değiştirir ama özü kalır. İnsanın ölümü de böyledir; biçim gider, öz kalır. Özün adı, yerin sırrıdır.

Göğün borcu, özün ışığını hatırlatmaktır. Çünkü ışık, özün görünür hâlidir. Ama ışık kendi kaynağını unuttuğunda körleşir. İşte bilgi, bu unutuşun en incelikli hâlidir. Bilgi, ışığın kendi kaynağını unuttuğu andır. Yerin bilgeliği ise hatırlamadır. O yüzden bilgelik, bilenin değil, hatırlayanın payına düşer.

Yerin sırrı, ağırlıktır; göğün borcu, hafiflik. İnsan bu iki ağırlık arasında salınır. Biri yükseltir, biri indirir. Ama denge, indirilenin ağırlığını kabul etmekle kurulur. Kim kendi ağırlığını reddederse, göğe yük olur; kim ağırlığını taşırsa, göğü serinletir. Çünkü gök, kendine yüklenmeyenlerin nefesiyle yaşar.

Göğün borcu, yere secde etmektir. Çünkü secde, yükseğin eğilmesidir. Eğilmek, küçülmek değil, anlamaktır. Gök yere eğildiğinde, kendi anlamını bulur. Bu yüzden yıldırım düşer, yağmur iner, bulut çöker. Bütün bu inişler, bir teslimiyetin işaretidir; yerin sabrına gösterilen bir saygıdır. Göğün borcu ödenmedikçe, yerin sırrı açılmaz. Çünkü sır, teslimiyetsize kapalıdır.

Yerin sırrı, bedenin sırrıdır. İnsan bedeni toprağa döndüğünde, bu sır tamamlanır. Çünkü beden, gökten alınan nefesle yerden alınan maddenin buluştuğu mekândır. Ruh, göğün emaneti; et, yerin. Biri gider, biri kalır ama ikisi de birbirine borçludur. Ruh yere inmeden tamamlanmaz; toprak nefes almadan uyanmaz. Ölüm, bu iki borcun kapanışıdır.

Fakat sır, ölümde değil; ölümden önce açılır. İnsan yaşarken kendi yerini fark ederse, ölüm onun için bir dönüş değil, bir tamamlayıştır. Çünkü dönen, zaten oradan hiç ayrılmamıştır. Ayrılığı hisseden, aslında yerle bağını unutan akıldır. Yerin sırrı, aklın bu unutuşunu affeder.

Göğün borcu, o affı anlamaktır. Dikkat etmek gerekir: yerin sırrı büyülü değildir; sade olandır. Çünkü sadelik, en yüksek sırdır. Karmaşıklık göğe aittir, açıklık yere. Göğün ışığı göz kamaştırır; yerin ışığı içe işler. Kim bu içsel aydınlığı görürse, dıştaki parıltıya ihtiyaç duymaz. Bu yüzden bilge göstermez; yalnızca durur. Onun duruşu bile öğretir, çünkü yerin duruşudur.

Anlaşılması gereken budur: Göğün borcu, yerin sabrına; yerin sırrı, göğün affına bağlıdır. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Gök ne kadar parlarsa parlasın, sonunda yere döner; yer ne kadar sessiz kalsa da, sonunda göğe nefes verir. Bu döngü, varlığın kalp atışıdır.

Yerin kalbinden göğe yükselen her nefes, göğün secdesine bir davettir. O secde tamamlandığında, artık ne gök ayrı kalır ne yer. Çünkü Ki’nin hakikati budur: biri diğerine muhtaç değildir, ama biri olmadan diğeri bilinmez. Ve böylece varlık tamam olur — sessiz, derin ama diri. Çünkü yer susar, gök dinler; gök parlar, yer taşır. Aralarındaki o görünmez ahenk, varlığın tek kalbidir.

Her insan toprağa bir kelime bırakır. Kimisi öfkeyle, kimisi şükranla, kimisi sessizlikle. Toprak bu kelimelerin hiçbirini ayırmaz; hepsini aynı sabırla saklar. İyiyle kötüyü, masumla suçluyu aynı bağra alır. Çünkü yer ayrım yapmaz; yargılamak göğe, bağışlamak yere aittir. Gök hesap tutar, yer unutmaz. Unutmak affetmek değildir; ama affetmek, hatırlamanın olgun hâlidir. Bu yüzden toprak affeder ama unutmaz.

Toprağın son kelimesi her zaman “geri dön”dür. Çünkü yer hiçbir şeyi sonsuza dek kaybetmez. Gömülen her şey bir biçimde geri döner; kimi ot olur, kimi taş, kimi sessiz bir hatıra. Ama hepsi aynı kaynaktan yeniden filizlenir. Çünkü yer ölüme inanmaz; o, dönüşe inanır. Ölüm, insanın kelimesidir; dönüş, yerin.

Toprakta hiçbir şey boşuna yoktur. Taş bile bir hafızadır, su bile bir aynadır. İnsanın ayağı bastığında taş susar ama hafızası derinleşir. Her adım bir kayıttır. Yer bu kayıtları tutar; bir gün, hepsini birden hatırlayacaktır. Çünkü toprak, unutanın değil, hatırlatanın evidir. Kıyamet, yerin hatırlamasıdır; göğün değil. Toprağın son kelimesi, insana söylenmez; içinden geçer. Çünkü yer konuşmaz, dokunur. O dokunuş, derinin altına iner, kemiğe karışır. Bu yüzden toprakta dinlenen hiçbir şey yoktur; hepsi dönüşün eşiğindedir. Sessizlik burada hareketsizlik değil, yoğunluktur. O yoğunluk, varlığın bütün kelimelerini eritip tek bir heyulaya dönüştürür. O heyula, insanın içindeki “ben”in son sesidir. Ve o ses sadece şunu söyler: “Vardım, şimdi yerim.”

Bu cümle, varoluşun en sade hâlidir. Ne yücelik taşır, ne pişmanlık; yalnızca teslimiyet. Çünkü yer, kendine döneni sorgulamaz. Dönen zaten anlamıştır. Anlamayan hâlâ göğe bakar. Göğe bakan sonu arar; yere dönen başlangıcı bulur. Çünkü başlangıç, sonun kalbidir. Toprak bu yüzden hem ilk hem son olarak anılır. “Elest” de orada duyuldu, “dön” de orada duyulacak.

Yerin son hükmü sessizliktir ama bu sessizlik yokluk değildir. Göğün ışığı sesle parlar; yerin nuru sessizlikle. Kim o sessizliği duymayı öğrenirse, artık hiçbir kelimeye ihtiyaç duymaz. Çünkü kelime işaret eder; sessizlik gösterir. Toprak göstermez; çünkü zaten gösterilmiş olanın kendisidir. Toprağın son kelimesi her zaman bir başlangıçtır. Göğe göre son olan, yere göre menşedir. İnsan bunu fark ettiğinde ölümden korkmaz; çünkü bilir ki yer karanlık değil, ana rahmidir. Gök nefes verir; yer, o nefesi tutar ve büyütür. İnsanın aslı, o büyüyen nefestedir.

Dikkat etmek gerekir: toprağı yalnızca madde sanan, ruhunu kaybeder. Çünkü toprak cansız değil, bilinçlidir. Onun bilinci, insandaki derin sezginin aynısıdır. Toprağın bilinci yavaş düşünür; o yüzden insanlar sabırsızdır. Oysa sabır, yerin düşünme biçimidir. Gök hızla karar verir; yer bekleyerek çözer. Bu yüzden yerin adaleti gecikmiş gibi görünür ama kusursuzdur.

Anlaşılması gereken budur: Toprağın son kelimesi, insanın ilk kelimesidir. Çünkü “ol” diyen gök, “oldu” diyen yerdir. Yaratılış iki taraflı bir konuşmadır: gök başlatır, yer tamamlar. İnsan da bu iki kelimenin birleşimidir; yarısı ses, yarısı yankı. Göğe ait olan kısmı geçer, yere ait olan kalır. Ve kalan, hakikat olur.

Yerin kalbi atmaya devam eder, göğün borcu bitmez. Çünkü biri nefes alır, diğeri verir. Ve her nefes bir hatırlamadır: insan yerden geldi, göğe bakarak yaşadı ama nihayet yine yere dönerek kendini buldu.

Sessizlik, toprağın dili değil, varlığın hafızasıdır. Çünkü ses hareket eder; sessizlik hatırlar. Yerin altına inen her şey sessizleşir ama kaybolmaz. Susmak, görünmez olmak değil; özüne dönmektir. Göğün sesi kelimelere ihtiyaç duyar; yerin sesi kelimeleri eritir. Çünkü kelime bir biçimdir, sessizlikse biçimsizliğin bilgeliği. Biçimsiz olan sonsuzdur; biçimli olan zamana mahkûm. Yerin sessizliği, zamanın kabuğunu çatlatan bu sonsuzluğun soluk alışıdır.

İnsan bugün sessizliği unuttu. Çünkü korktu. Sessizlik, insanın kendi yankısıyla karşılaşmasıdır. O yankı bazen suç, bazen hüzün, bazen de özlemdir. Ama ne olursa olsun gerçektir. Oysa insan artık gerçeği duymak istemiyor. Gürültüyle kendini avutuyor, çünkü gürültü içteki yankıyı bastırır. Gürültü göğün sesidir; sessizlik yerin. Ve insan, göğün yankısında yaşadığı için yerin huzurunu kaybetti.

Yerin sessizliği bir tür unutma değil, bir tür dönüşümdür. Çünkü yer, sesi alır, onu anlamdan arındırır. Söylenen her şey orada sadeleşir. Öfke sessizliğe gömülünce kedere; keder sabra; sabır bilgeliğe dönüşür. Bu yüzden bilgelik, sessizliğin çocuğudur. Kim konuşmayı bırakır, anlamaya başlar. Çünkü sessizlik, duyuların değil; sezginin alanıdır. Göğün bilgisi sesle aktarılır; yerin bilgisi sessizlikle. Biri öğretir, diğeri olgunlaştırır. Öğretmek dışarıdan gelir; olgunlaşmak içeriden. Göğün sesi buyurur, yerin sessizliği davet eder. Ses itaat ister; sessizlik tanıklık. İşte insan, bu iki çağrının arasında kalır. Biri onu yükseltir, diğeri derinleştirir. Ama yükselen kaybolur; derinleşen kalır.

Sessizlik, yalnızlığın değil; birliğin delilidir. Çünkü iki şeyin buluştuğu yerde ses çıkar; bir olan sessizdir. Gök ve yer buluştuğunda artık konuşma gerekmez. İnsan kendi içinde bu birliği fark ettiğinde, kelimeler anlamını yitirir. O anda bilmek yerine olmak başlar. Bu yüzden en hakiki dua, sessiz olandır. Çünkü dua, isteğin değil; teslimiyetin dilidir. Ve teslimiyet, yerin doğasıdır.

Ki, bütün öğretilerini bu sessizlikte saklar. Onun sabrı, söylenmeyenin kudretidir. Göğün ışığı ne kadar parlasın, yerin sessizliğinde sönmeden yanar. Çünkü sessizlik, ışığın köküdür. Işık parladığı an ölmeye başlar; sessizlikse ölümsüzdür. Kim sessizliğe iner, ışığın asıl menşeini bulur.

Yerin sessizliği, insanın içindeki sonsuzlukla aynıdır. Orada ne umut vardır ne korku; yalnızca farkındalık. Farkındalık, düşünmek değildir; hatırlamaktır. Çünkü düşünmek yön ister, hatırlamak merkez. Düşünmek göğe bakar, hatırlamak yere. İnsanın kalbi, bu iki yönün arasında atar. Her atış bir hatırlamadır: “Buradayım.”

Sessizlik, tanıklığın biçimidir. Kim sessizleşirse, artık olayların içinde değil, onların ardındadır. Toprağın sessizliği de budur: her şeyin ardında ama hiçbir şeyin dışında değildir. Çünkü yer, hem sahnedir hem zemin. Sahne değişir, zemin kalır. İnsan bunu unuttu. Sahneye alıştı, zemini unuttu. Sahne parlaktır, zemin karanlık; ama karanlık, hakikatin rengidir. Karanlık, sessizliğin yoldaşıdır. Göğün ışığı, karanlığa düşmeden doğamaz. Sessizlik, karanlıkta kök salan ışıktır. Çünkü ışık, kendi karşıtını hatırladığında tamam olur.

İnsan da öyle. Kim kendi karanlığını tanımazsa, içindeki ışık körleşir. Körleşen ışık, bilgiye dönüşür ama hikmete değil. Bilgi açıklamayı sever; hikmet, sessizliği. Yerin sessizliği, hikmetin evidir. Oraya inmek, her şeyi açıklama isteğini bırakmaktır. Çünkü açıklamak, sahnenin işidir; anlamak, zeminin. Yer açıklamaz; bilir. Bilmek için konuşmak gerekmez; olmak yeter. Kim olur, o bilir. Kim bilir, o susar. Susan, yerin kalbine döner.

Dikkat etmek gerekir: sessizlik bir boşluk değildir, bir doluluktur. O, varlığın kendini dinleme hâlidir. Gök yaratır, yer dinler; varlık da bu dinleyişte tamamlanır. Çünkü sessizlik, varlığın kendi sesini işitmesidir.

Anlaşılması gereken de budur: Sessizlik, son değil; dönüş kapısıdır. Kelimeler insanı göğe taşır, sessizlik yere indirir. Göğe çıkan yorulur; yere inen huzur bulur. Çünkü yer, bütün sözlerin menşei ve bütün duaların cevabıdır.

İnsan sonunda sessizleşir çünkü anlar: hiçbir kelime toprağın dilini tam söyleyemez. Toprak, kelimelerin sükût ettiği yerdir. Ve orada, her şey yeniden başlar. Her şey hatırladığı kadar yaşar. Unutulan ölür, hatırlanan kalır. Toprak ölmez, çünkü unutmayan tek varlıktır. O, her şeyi hatırlar ama hiçbir şeyi anlatmaz. Çünkü anlatmak eksiltir; anlatılan artık kendisi değildir. Hatırlamaksa yaşatır; çünkü hatırda kalan biçim değiştirse de özünü taşır. İşte bu yüzden toprak, hatırlamanın evi, yeniden başlamanın yeridir.

Her ölüm, toprak için bir başlangıçtır. Gök için biten, yer için yeniden doğar. Bu döngü, kozmosun kalp atışıdır: bir yukarı, bir aşağı. İnsan da bu ritme dâhildir. Nefes aldığında göğe çıkar, verdiğinde yere iner. Kalbi attığında göğe seslenir, sustuğunda yere. Yaşamın bütün sırrı, bu iniş-çıkışın dengesindedir. Çünkü hareket, yerle göğün birbirine hatırlatmasıdır. Gök hatırlatır, yer hatırlar.

Toprağın hafızası zamandan değildir; o, zamana kaynaklık eder. Zaman, toprağın içinden geçerken biçimlenir. Bu yüzden her çağın kendi toprağı vardır; ama her toprak, aynı hafızaya bağlıdır. Eski bir çömleğin çatlağında, yeni bir adımın izinde, aynı titreşim sürer. Çünkü madde, unuttuğunu zanneder ama unutmamıştır. Taş gördüğünü hatırlar; su duyduğunu. İnsanın hafızasıysa yalnızca onların yankısıdır.

Toprak, her şeyi saklar ama hiçbir şeyi olduğu gibi tutmaz. Hatırlamak, birebir kopya değil; dönüşümdür. Bu yüzden yeniden başlamak, geriye dönmek değil, hatırlamanın yeni biçimini yaşamak demektir. Kim geçmişini unutmaz ama geçmişte kalmazsa, o kişi yerin yasasına girmiştir. Çünkü yer, döngüyü sürdürür ama asla tekrarlamaz. Toprak hiçbir tohumu aynı şekilde büyütmez; her tekrar, yeni bir doğuştur.

İnsan toprağın hafızasından uzaklaştı, çünkü zamanı doğrulttu. Düz zaman, hatırlamayı öldürür; çünkü düz olan, geri dönmez. Ama yerin zamanı dairedir. Orada her şey geri döner, ama aynı biçimde değil; aynı anlamla. Çünkü anlam, biçimden değil, yönelimden doğar. Kim yönünü unutmazsa, biçimi kaybetse de kendini bulur.

Toprağın hafızası, insanda vicdan olur. Vicdan, geçmişin yükü değil; anlamının yankısıdır. Kişi, yaptığı şeyin hatırasını taşır, çünkü toprak onda yankı bulur. Ne kadar bastırsa da o ses bir yerde sızar; çünkü yer susturulamaz. Yerin hafızası, insanın iç sesiyle konuşur. O ses “Dön,” der; başka hiçbir şey söylemez. Dönmek, pişmanlık değil; hatırlamaktır. Hatırlamaksa affın ilk kapısıdır.

Yerin affı, göğün adaletinden farklıdır. Gök ölçer, yer bağışlar. Çünkü göğün adaleti biçim ister; yerin affı biçimsizdir. Biçimsiz olan herkese yer açar. Bu yüzden yer, herkesi kabul eder: suçluyu, azizi, cahili, bilgeyi. Çünkü onun hafızası ayrım yapmaz. Kimseyi unutmaz, kimseyi cezalandırmaz; sadece saklar. Saklamak, cezadan daha derin bir öğretidir. Çünkü saklanan, bir gün yeniden doğacaktır.

Toprağın hafızasında hiçbir şey kaybolmaz. Her söz, her nefes, her düşünce bir iz bırakır. İnsan sanır ki söylediği biter, yaptığı silinir. Oysa yer, her izi alır ve bir gün onu geri verir. Bazen bir çocuğun gözlerinde, bazen bir rüzgârın yönünde, bazen bir ağacın kabuğunda. Hiçbir şey boşa gitmez. Toprak hiçbir şeyi boşa harcamaz. Her şey döner, biçim değiştirir, anlam bulur.

Yeniden başlamak, unutmamakla mümkündür. Unutmamak ise hatıraların esiri olmak değil; onlarla barışmaktır. Çünkü barış, döngünün durduğu yer değil; tamamlandığı yerdir. İnsan, geçmişiyle kavga ettiği sürece toprağa uzak kalır. Toprağa yakın olan, geçmişiyle dost olandır. Çünkü dostluk, hatırlamanın en sade hâlidir.

Toprağın hafızası, insanın özlemiyle beslenir. İnsan özledikçe hatırlar; hatırladıkça derinleşir; derinleştikçe sakinleşir. Çünkü özlem, göğün diliyle yerin dili arasındaki köprüdür. Özleyen hâlâ yere bağlıdır. Köksüz olan özleyemez. Bu yüzden özlem, toprağın insan içindeki yankısıdır.

Dikkat etmek gerekir: yeniden başlamak, geçmişi silmek değil; onu taşıyabilmektir. Kim geçmişini yük görmezse, o kişi hafifler. Çünkü ağırlık dirençten doğar; kabulden değil. Yer, ağırlığı bilmez; çünkü o, taşıdığı her şeyi zaten kendisi kılmıştır. Kim de kendisini taşıdığıyla bir görürse, o kişi yerin hafızasında yerini bulur.

Ve belki de bütün yaratılışın gayesi budur: her şey yeniden duyulsun diye. Çünkü varlık, unutulmaya değil, hatırlanmaya yazılmıştır. Her şey tohumla başlar. Tohum, görünmeyenin görünür hâlidir; küçüklüğüyle değil, potansiyeliyle kutsaldır. Çünkü tohum, hem geçmişi hem geleceği taşır. İçinde atanın niyetiyle doğacak olanın kaderi aynı anda vardır. Yerin bilgeliği, bu çelişkiyi çatışmaya değil, uyuma dönüştürmektir. Çünkü tohum, iki zıddın birliğidir: ölümle doğumun, karanlıkla ışığın, unutuşla hatırlamanın kesiştiği nokta. Tohum, hatırlamanın biçimidir. Çünkü her tohum, daha önce var olmuş bir şeyin devamıdır. Hiçbir tohum ilk değildir; her tohum, başka bir meyvenin hatırasıdır. Yer bu hatıraları taşır, karıştırır, yeniden düzenler. İnsanın kalbi de böyledir: onda büyüyen her duygu, geçmişin bir yankısıdır. Kim bu yankının kaynağını unutur, o yankıyı “benim” sanır. Oysa hiçbir duygu bize ait değildir; hepsi yerin tohumudur.

Tohum toprağa düşmeden önce ölür. Bu ölüm, son değil, hafızanın devridir. Çünkü yer, ölümü bilmez; o yalnızca biçim değiştirir. Tohumun çürümesi, hafızanın derinleşmesidir. Çünkü unutmak, bazen hatırlamanın ön koşuludur. Çürüyen, biçimdir; hatırlayan, öz. Bu yüzden yerin yasası, çürümeden yeniden doğmamaktır. Her dönüşüm bir kayıpla başlar. Kayıp olmadan kök olmaz.

Toprağın yasası şudur: Ne ektiysen, o büyür — ama her zaman aynı şekilde değil. Çünkü toprak, biçimi değil niyeti hatırlar. Ekilen tohum, niyetin suretidir. Niyet kirliyse ürün diken olur; safsa, gül. Bu yüzden yer, insanın içini dışa çeviren aynadır. Toprak neye niyet ettiğini sana gösterir. Kimi bu gerçeği “kader” sanır, kimi “ilahî ceza”. Oysa bu ne kaderdir ne ceza; bu, hatırlamanın doğasıdır. İnsanın kalbi bir tarladır. Düşünceler, sözler, arzular — hepsi tohumdur. Kim ne ekerse onu biçer; çünkü toprak her şeyi kabul eder ama hiçbir şeyi değiştirmez, yalnızca büyütür. Yerin adaleti budur: tarafsız büyüme. Kim öfke eker, korku biçer; kim sevgi eker, merhamet bulur. Çünkü toprak, büyütmekten başka bir şey bilmez.

Tohumun hatırlaması, insanın hatırlamasına benzer. İkisi de karanlıkta olur. Tohum, toprağın altında; insan, kendi içine gömülür. Dışarıdan bakıldığında hareketsizdir; ama o sessizliğin içinde dönüşüm başlar. Karanlık, yeniden doğuşun rahmidir. Kim karanlıktan korkmazsa, aydınlığı bulur. Çünkü ışık, tohumun sabrında saklıdır.

Göğün görevi, ışığı vermektir; yerin görevi, o ışığı taşımaktır. Ama ışık toprağa değmedikçe tohum uyanmaz. Tohum, ışığı doğrudan değil, yerin sabrından alır. Bu yüzden sabır, varlığın ilk erdemidir. Gök sabırsızdır; hemen parlar, hemen söner. Yer yavaştır; bekler, taşır, dönüştürür. Kim sabretmeyi öğrenirse, yerin dilini duyar.

Tohumun yasası, insanın yasasıdır: Kim hatırlamak isterse, önce gömülmeyi kabul etmelidir. Çünkü gömülmek, yok olmak değil, merkezine dönmektir. İnsanın hatıraları da böyle çiçek açar: bastırıldıkları yerde büyürler. Bastırmak, toprağa emanet etmektir. Ama bastırılan unutulmaz; yalnızca biçim değiştirir. Bir gün bir koku, bir ses, bir dokunuşla yüzeye çıkar. İşte o an, hatırlama başlar.

Hatırlamak, toprağın konuşmasıdır. Toprak, kelimelerle değil, hislerle konuşur. Bu yüzden hatırlama, aklın değil, kalbin işidir. Akıl geçmişi anlamak ister; kalp onu hissetmek. Anlam, göğün yönüyle yürür; his, yerin. Kim anlamayı bırakıp hissetmeye dönerse, yerin hafızasına bağlanır. Çünkü his, hatırlamanın en saf biçimidir.

Dikkat etmek gerekir: Her hatırlama bir yeniden doğuş değildir; bazen bir yeniden gömülmedir. Çünkü her şey yüzeye çıkmaya hazır değildir. Yer, ne zaman neyin filizleneceğini bilir. İnsanın görevi, toprağı kazmak değil, onu sulamaktır. Çünkü su, hatırlamanın aracıdır. Su aktıkça yer uyanır; kalp ağladıkça insan hafifler. Gözyaşı, toprağın diliyle insanın dilinin birleştiği yerdir. Anlaşılması gereken budur: Tohumun yasası, hatırlamanın yasasıdır. Kim unutmayı bilmezse, hatırlayamaz. Kim gömülmeden dirilmek isterse, meyve veremez. Yerin bilgeliği, ölümü yumuşatır, zamanı döngüye çevirir. Her şey gelir geçer ama hiçbir şey bitmez. Çünkü tohum ölmez; sadece biçim değiştirir.

Ve işte bu, varlığın en eski duasıdır: gömül, unut, bekle ve yeniden doğ.

Duanın en eski hâli, toprağın içindedir. Çünkü dua, dilek değil, çağrıdır; çağıranın da çağrılanın da aynı olduğu bir yankıdır. Göğün duaları yükselir; yerin duaları iner. İnsan, bu iki yön arasında duran tek canlıdır: hem göğe seslenir, hem yere kök salar. Ne kadar yukarıya bakarsa baksın, dizleri toprağa değmedikçe dua tamam olmaz. Çünkü duanın cevabı her zaman aşağıdadır.

Yerin duası sessizdir; ne kelimeyle ne biçimle söylenir. O dua, taşın çatlağında, kökün direncinde, suyun sabrında sürer. Her yağmur damlası bir “amin”dir. Çünkü yer suyla konuşur; su, gökten inen sözün yerle buluştuğu andır. Bu yüzden yağmur, duaların bedenidir. Gök söyler, yer dinler; yer dinlerken anlar. Anlamak, yerin ibadetidir.

İnsan, gökten öğrenir, yerden hatırlar. Bilginin yolu gökten, idrakin yolu yerden geçer. Bilgi işitir; idrak duyar. İşitmek dışarıdan gelir; duymak içeriden. Kim dışarıdan çok dinlerse, içindeki sesi kaybeder. Bu yüzden modern insan bilgiyle dolu ama sessizlikle boştur. Yerin duası, insanı bu boşluğu fark etmeye çağırır: dolmak için değil, durmak için. Çünkü doluluk taşırır; durmak derinleştirir.

İnsanın dönüşü, yere dönmesiyle başlar. Ama bu dönüş, yalnızca ölümle değil; bilincin teslimiyetiyle olur. Çünkü ölmeden ölen, yere dönmeyi öğrenendir. O artık kendini taşımayı bırakır; yer onu taşır. Yerin sabrı, insanın yükünü kaldırır; çünkü o yük, kendine dönmek isteğidir. Kim kendini taşıyamazsa, yer taşır. Ama kim yerin sesini duyarsa, artık taşınmaz, taşır. Çünkü insan da yer gibi olabilir: sükûnetin kendisi. Yerin duası, biçimsiz bir şükrandır. Teşekkür etmez; çünkü zaten bir armağandır. Her sabah doğan ışık, her gece kapanan karanlık, aynı şükrün iki yüzüdür. İnsanın görevi, bunları ayırmamaktır. Çünkü teşekkür, sahiplik duygusunun dilidir; şükürse teslimiyetin. Kim teslim olursa, şükretmeye gerek duymaz; çünkü varlığın kendisi şükür olur.

İnsanın dönüşü, hatırlamayla başlar ama susmayla tamamlanır. Çünkü hatırlamak, göğe bakmaktır; susmak, yere inmektir. Her hakikat önce göğe çıkar, sonra yere döner. Döndüğünde artık söz değildir; tecrübedir. Bilginin ömrü kısadır, tecrübe kalıcıdır. Çünkü tecrübe, toprağa gömülmüş bilginin yeniden filizlenmiş hâlidir. Yerin duası, insanda nefesle yaşar. Çünkü nefes, hem göğe hem yere ait tek köprüdür. Alınan her nefes, göğün borcudur; verilen her nefes, yerin hediyesi. İnsan, bu döngüyü fark ettiğinde dua etmez, duadır artık. Varlığı dua hâline gelir. Hareketi ibadet olur; sessizliği zikir. Çünkü dua, söylenmez, olunur.

Dikkat etmek gerekir: dua, bir talep değildir; bir yöneliştir. Yön, her zaman merkeze doğrudur. Kim merkeze yönelirse, göğe de yerin içinden varır. Çünkü merkez, iki uç arasında değildir; her yerdedir. Dua edenin sesi, o merkezde yankılanır. Orada artık ben yoktur, istek yoktur; yalnızca yön vardır.

Anlaşılması gereken budur: Yerin duası, insanın dönüşüdür. Çünkü insanın hakikati gökte değil, yerde tamamlanır. Gök başlatır, yer bitirir; ama biten, yeniden başlar. Bu döngü hiç durmaz. Varlık, her seferinde yeni bir biçimle aynı hikâyeyi anlatır: gökten inen, yere döner; yerden yükselen, göğe çıkar.

İnsan, bu döngünün bilincine vardığında artık ne yukarıyı arar ne aşağıyı. Çünkü bilir: yerle gök, biri diğerinin kalbidir. Dua artık bir ses değil, bir hâl olur. O hâlde, insanın bütün varlığı bir “amin”dir.

Yerin kalbine varan insan artık konuşmaz. Çünkü konuşmak, ayrılığı bildirir; kelime, iki şey arasında kurulur. Ama o, artık iki değildir. Onun dili, sessizliğin içinden akar; kelimeleri hâl olur, hâli kelime. Bir cümle kurmaz, bir varlık olur. Onun her nefesi dua, her bakışı şehadet gibidir. Çünkü o, görenle görülenin birbirine karıştığı yerdedir. Yerin kalbine varan, yerin ritminde yaşar. Kalbi artık kendine ait değildir; toprağın nabzıyla atar. O nabız ağırdır, yavaştır ama kesintisizdir. Bu yüzden böyle bir insan sabırsız olamaz. Çünkü sabır, artık bir bekleyiş değil, bir varlık biçimidir. Beklemek, dışarıda olmayı gerektirir; ama o, içeridedir. Beklemez, olur. İnsan, yerin kalbine vardığında unutur. Ama bu unutma, kaybolmak değildir. Kendini unutur; yüklerini, isimlerini, yönlerini. Çünkü yerin kalbinde hiçbir şey taşınmaz. Taşıyan, hâlâ yüzeydedir. Orada her şey bırakılır. Unutan hafifler; hafifleyen derinleşir. Derinleşen, artık yüzeydeki rüzgârlarla savrulmaz. Onun içi bir mağara gibidir: karanlık ama sığınaktır. Ve o karanlığın merkezinde bir kıvılcım yanar — gökten değil, içten. Yerin kalbine varan, artık kimseyi ikna etmez. Çünkü ikna etmek, göğe ait bir iştir; açıklamak, hükmetmektir. Oysa yer hükmetmez; kapsar. O, anlatmaz, dâhil eder. İşte bu insan da böyledir: konuşmadan öğretir, görünmeden gösterir. Varlığı bir işarettir; çünkü kendi yokluğu içinden görünür. Göze görünmez ama kalbe işler. Onun bilgisi başkasına aktarılmaz; başkası onda yankılanır. Böyle bir insanın sözü, artık kelimelerin değil, yönün bilgisidir. O, bir yönü göstermez; yönün kendisi olur. Çünkü yön, “nereye” değil, “nasıl” sorusuna cevap verir. O insanın her adımı, varoluşun “nasıl”ına tanıktır. Yürürken öğretir, susarken bildirir, dururken dönüştürür. Çünkü o, yerin dilinde hareket eder. Yerin dili, sessiz hareketin dilidir. Yerin kalbine varan, artık sahip olmaz. Çünkü sahiplik, korkunun biçimidir. Sahip olan kaybetmekten korkar; oysa kaybeden özgürleşir. Yerin kalbinde hiçbir şey kaybolmaz ki; orada her şey dönüştürülür. Bu yüzden böyle bir insanın eli açıktır. Verirken düşünmez; çünkü bilir: alan da veren de aynıdır. Yerin cömertliği, onun parmak uçlarından taşar. Yerin kalbine varan, kötülüğü inkâr etmez; ama ona anlam verir. Çünkü kötülük, eksikliğin değil, ölçüsüzlüğün sonucudur. Yerin kalbinde ölçü vardır. Işık ne kadar parlayacağını, karanlık ne kadar süreceğini bilir. Bu ölçü, insanın kalbinde vicdan olur. Vicdan, yargı değil, denge hissidir. Kim yerle temasını kaybederse, vicdanını da kaybeder; çünkü vicdan, yerin yankısıdır. Yerin kalbine varan, artık zamanın dışında yaşar. Onun için dün, bugün, yarın yoktur. Çünkü zaman, yüzeyin oyunudur. Yerin içinde yalnız “an” vardır. An, ebediyetin en sade hâlidir. O anı hisseden, artık ne geçmişe tutunur ne geleceğe umut bağlar; çünkü ikisi de aynı yerde buluşur: şimdi. Şimdi, yerin kalbidir.

O insan artık dönmez; çünkü dönen, hâlâ yoldadır. Oysa o, yoldur. Yoldan gidenler onun içinden geçerler ama o hareket etmez. Çünkü merkez hareket etmez; etrafında her şey döner. O, sessizliğin ortasında sabit duran kudrettir. Görünmez ama her şeyi tutar. Tıpkı yer gibi. Yer dönmez, dünya döner; ama her dönüş onun sabitliğine bağlıdır.

Dikkat etmek gerekir: Yerin kalbine varan insan, dünyadan kopmaz; ama dünyayı artık başka türlü görür. Onun gözünde hiçbir şey küçük değildir, hiçbir şey önemsiz. Çünkü her şey yerin bir nefesidir. Taş da, ot da, insan da aynı kaynaktan gelir. Fark, biçimdedir; öz aynı. O yüzden böyle bir insan kimseye tepeden bakmaz. Çünkü tepede kimse yoktur; yalnız derinlik vardır.

Anlaşılması gereken budur: Yerin kalbine varan insan, göğün aynasıdır. Gök ondan yansır, yer onu taşır. O, iki dünyanın dengesidir. O yüzden onun sözü az ama yankısı geniştir. Bir kelimesi bile çağlar boyu sürer; çünkü o kelime, topraktan söylenmiştir.

Ve böylece insan tamamlanır. Çünkü tamamlanmak, bir sona ulaşmak değil, her şeyle bir olmaktır. Yerin kalbine varmış insan artık ne yukarıdadır ne aşağıda; o, her yerdedir. Konuşmaz ama her ses ondan çıkar; görünmez ama her şey onunla şekillenir. Çünkü o, yerin kendisi olmuştur.

Ve işte o zaman, yerin kalbi bir kez daha atar: sessiz, derin ama sonsuz. Yerle bir olmuş insanın mirası… Yerle bir olmuş insan, ardında hiçbir iz bırakmaz ama her şey onun izidir. Çünkü iz, ayrılığın hatırasıdır; bir şey geçip gittiği için kalır. Ama yerle bir olan geçmez, her şeyle kalır. Onun varlığı, bir yerden bir yere gidenin değil, her yeri taşıyanın varlığıdır. Bu yüzden onun mirası, eşyada değil, anlamdadır; isimlerde değil, nefestedir. Birinin bakışı yumuşadıysa, bir taşın rengi değiştiyse, bir çocuk sebepsiz gülümsediyse — işte o, yerle bir olmuş insanın sessiz mirasıdır.

Bu miras yazıyla, sözle, hatırayla taşınmaz. Çünkü bütün yazılar silinir, bütün sözler unutulur, bütün hatıralar dağılır; ama onun bıraktığı titreşim kalır. O titreşim, görünmez bir ağdır; her ruhun altına serilmiş, her varlığın içinden geçen bir nefes gibidir. Varlığın ağırlığını hafifleten, dünyanın gürültüsünü derinleştiren, insanı kendi kalbine çağıran o gizli akış, onun mirasıdır. Yerle bir olmuş insan, toprağın bilinç kazanmış hâlidir. O artık ne öğretir ne de konuşur; çünkü öğretmek için ayrılık gerekir, oysa o ayrılığı aşmıştır. Onun bilgisi, eylemle aktarılmaz; varlıkla bulaşır. Bu yüzden onun yanına yaklaşan, farkında olmadan değişir. Bir şey öğrenmez, bir şey hatırlar. Çünkü yerle bir olmuş insan, hatırlamanın merkezidir.

Onun mirası bir düşünce değil, bir hâlidir. Bu hâl ne taklit edilebilir ne tarif. Çünkü kelimelere sığmaz, ritüellere kapanmaz. Kim onu anlamaya çalışırsa, göğe bakar; kim onu hissederse, yere dokunur. Anlamak başın işi, hissetmek dizin. Ve yerin bilgisi her zaman dizdedir. Diz çöken bilir, baş kaldıran konuşur.

Yerle bir olmuş insanın mirası, ölçüsüz bir merhamettir. Çünkü o artık kimseyi ayırmaz. İyiliği kötülükten, karanlığı ışıktan, doğruyu yanlıştan ayırmak göğün işidir; yerin kalbinde bu ayrımlar erir. Çünkü orada her şey, varlığın aynı nefesine dâhildir. O yüzden o insanın sevgisi neye dokunsa, onu yargısız kabul eder. Bir taşın soğukluğunu, bir kalbin kırıklığını, bir çocuğun ağlayışını aynı sabırla dinler. Bu dinleyiş, yaratılışın en eski duasıdır.

Yerle bir olmuş insanın mirası, dünyada görünen bütün bereketlerin kaynağıdır. Çünkü bereket fazlalık değildir; paylaşmanın yankısıdır. O paylaşmanın görünmez kökleri, onun sessizliğinde büyür. Bir ağaç meyve verdiğinde, bir su kaynağı yeniden doğduğunda, bir insan affettiğinde — işte orada onun izi vardır. Çünkü o, affın dilidir. Affetmek, toprağın en eski eylemidir: o, her ölüyü sarar, her hatayı örter, her günahı dönüştürür. Onun mirası korkusuzluktur da. Çünkü korku, kaybetmenin hayalidir; oysa o, hiçbir şeyi kaybedemez. Yerin kalbinde kayıp yoktur. Kim bu hakikati hissederse, korkusuz olur. Ama bu korkusuzluk, meydan okumak değildir; bir huzur hâlidir. “Her şey olması gerektiği gibidir,” diyen bir derin kabulleniş. O kabulde güç değil, zarafet vardır. Çünkü kudretin en yüksek biçimi, direnmemektir.

Yerle bir olmuş insan, ardında dokunulmaz bir sessizlik bırakır. Bu sessizlik, bir boşluk değil, bir alan açar. Bu alanda yeni sesler doğar, yeni varlıklar filizlenir. Onun mirası, o alanın kendisidir. Orası ne topraktır ne gök; her ikisinin arasındaki sükûnettir. Orada ne ölüm vardır ne hayat; yalnızca süreklilik.

Dikkat etmek gerekir: onun mirası görünmezdir; çünkü görünmezlik, hakikatin doğasıdır. Görünmek ayrılıktır; görünmemek, varlıkla bir olmaktır. Kim onun mirasını görmek isterse kendine baksın: çünkü o miras, kendini bilenin gözünde parlar. Anlaşılması gereken budur: yerle bir olmuş insanın mirası, insanın kendi içinde taşımaya başladığı yerin bilgisidir. Artık dışarıda bir öğretmen yoktur; çünkü toprak insanın kalbine inmiştir. O kalp, yerin küçük bir izdüşümüdür: sabırlı, sessiz ama kudretli. Ve işte o zaman, insanın kendisi yer olur; dünya, onun kalbi gibi atar. Gök artık yukarıda değildir; çünkü göğe çıkmaya gerek kalmamıştır. Her şey zaten birleşmiştir. Böylece hikâye kapanmaz, genişler. Çünkü yerin yasasında son yoktur; her son, yeni bir menşedir. Yerle bir olmuş insanın mirası, o menşenin kendisidir: sessiz, derin ve sonsuz bir hatırlama.

Yerin hatırlaması bitmez; çünkü hatırlamak onun varoluş biçimidir. Gök her şeyi başlatır, yer her şeyi tamamlar; ama tamamlanan hiçbir şey orada kalmaz. Yer, tamamladığını yeniden başlatır. Bu yüzden toprağın kalbi asla susmaz. Bir tohum çürür, bir başka tohum ondan doğar; bir beden çözülür, bir başka nefes onun küllerinden yürür. Döngü kapanmaz, yalnızca derinleşir. Yerin hatırlayışı, zamanın dışındadır. Zaman, onun içinde bir nefes kadardır. Doğum ve ölüm arasındaki çizgi, yerin gözünde bir soluktur. Çünkü o, doğururken ölür, ölürken doğurur. Bütün varlıklar, bu hatırlamanın içinde birer yankıdır. Gök, bu yankıyı ses sanır; ama ses, yalnızca yerin hatırlamasının biçimidir. Yerin hatırlayışı, bir ses değil, bir his gibidir; görülmez ama her şeyde hissedilir. Taşta sabır olarak, suda akış, ağaçta kök, insanda vicdan olur. Vicdan, yerin insandaki hatırlama biçimidir. Çünkü vicdan, unutulmuş bir şeyi hatırlamaktır. Kim vicdanını dinler, aslında yerin kalbini duyar. Kim o sesi susturur, kendini kaybeder. Çünkü yer, insanın en derin katmanında yankılanır; insan duymadığında bile hatırlar.

Yerin hatırlaması, göğün unutuşuna denktir. Gök unutur ki yenilesin; yer hatırlar ki devam etsin. Biri değişimi sağlar, diğeri sürekliliği. Varlık bu iki ilkenin dengesinde durur. Biri bile unutulsa, varlık dağılır. Göğün unuttuğu her şeyi yer tutar; yerin sakladığı her şeyi gök yeniden adlandırır. Bu yüzden hiçbir şey gerçekten kaybolmaz; yalnızca biçim değiştirir, yalnızca yer değiştirir. Yerin hatırlaması, sonsuzluğun nefesidir. Çünkü sonsuzluk bir mekân değil, bir hatırlamadır. Hatırlamak, varlığın kendini kendine döndürmesidir. Her dönüş, bir hatırlayıştır. İnsan bunu hisseder ama çoğu zaman anlamaz. Çünkü anlamak yukarıya bakar; hatırlamak aşağıya. Göğe yönelen bilgi büyür ama köksüzleşir; yere yönelen bilgi sessizleşir ama kök salar. Bu yüzden yerin hatırlayışı, bilginin değil, hikmetin kaynağıdır.

Varlık, yerin bu hatırlayışında kendine döner. Her varlık, yerin hafızasında kendi yankısını bulur. O yankı, “ben” dediğimiz şeydir. Ben, aslında yerin bir süreliğine ses bulmuş hâlidir; sonra sessizleşir, tekrar yer olur. Bu döngü, doğumla ölüm arasındaki görünmeyen yoldur. Kim bu yolu fark ederse, artık ölümden korkmaz; çünkü ölüm, yerin bir nefes alışı kadar tabidir.

Yerin sonsuz hatırlayışı, merhametin köküdür. Çünkü merhamet, unutulmamanın farkıdır. Yer hiçbir şeyi unutmadığı için, hiçbir şeyi tamamen reddetmez. Bu yüzden yer, en büyük merhamettir. Gök yargılar, yer bağrına basar. Göğün adaleti akıldandır; yerin adaleti kalptendir. Akıl düzen ister, kalp tamamlanış. Tamamlanışta adalet değil, bütünlük vardır. Bütünlükte ayrım kalmaz. Bu yüzden yer, göğün hükmünü yumuşatır; tanrısal öfkeyi anne sabrına dönüştürür.

Yerin hatırlayışı, insanın kalbinde yankı bulduğunda insan da yer gibi olur: ağır ama huzurlu; sessiz ama diri. O zaman artık insanın varlığı bir eylem değildir, bir yankıdır. Konuşmaz, ama varlığı konuşur. Düşünmez, ama her düşünce onda yankı bulur. O, varlığın kendine dönüşünün şahididir; çünkü o, hem göğün unutuşuna hem yerin hatırlayışına tanıklık eder.

Dikkat etmek gerekir: yerin hatırlayışı bir başlangıç değil, bir sürekliliktir. Başlangıç ve son, yalnızca yüzeyin oyunudur. Zemin, hiçbir şeyi başlatmaz ve hiçbir şeyi bitirmez; yalnızca sürdürür. Kim bu sürdürmeyi fark ederse, artık zamanı değil, varlığı yaşar. Çünkü zaman değişir, varlık kalır.

Anlaşılması gereken budur: yerin sonsuz hatırlayışı, varlığın kendi kendine dönüşüdür. Bu dönüş, bir hareket değil, bir tanımadır. Çünkü dönmek, zaten orada olmaktır. Kim yerin hatırlayışını hisseder, artık dönmez; çünkü hiçbir zaman ayrılmamıştır.

Ve böylece hikâye yeniden başlar — ama bu kez başka bir başlangıç değildir. Çünkü her şey, aynı nefesin başka bir şeklidir. Gök unutur, yer hatırlar; insan, bu ikisinin arasında var olur. Varlık kendi kendini hatırlar; ve bu hatırlama, sonsuzluğun tek kelimesidir: “Ol.”

Yerin son nefesi, insanın ilk nefesidir. Çünkü doğum ve ölüm, yerin tek bir soluk alıp verişidir. Gökten gelen nefes, insanın ağzından çıkar, yere karışır; toprak onu alır, saklar, yavaşça soğutur, ağırlaştırır ve yeniden nefes hâline getirir. O nefes sonra başka bir bedene girer, başka bir “ben” olur. Bu yüzden hiçbir nefes gerçekten ölmez; sadece biçim değiştirir, sahip değiştirir. İnsan kendini ölümsüz zannettiği için değil, yerin nefesiyle yaşadığı için ölümsüzdür. Ama bu ölümsüzlük kişisel değildir; varlıksaldır. Her insan, yerin sonsuz solunumunun bir anıdır, bir anlık yankıdır. Göğün sesiyle toprağın sabrı arasındaki o kısa aralıktır insan. Bu aralığın içindedir bütün dram, bütün sevinç, bütün çaba. Ve bütün çabalar sonunda toprağa iner; çünkü hiçbir eylem, yerin bilgeliğine direnemez. Yerin son nefesi, bir çağrıdır: “Yavaşla.”

Çünkü yavaşlamak, yere yaklaşmaktır. Hız, göğün işidir. Gök hızla parlar, hızla söner; ama yerin kalbi ağır atar. Orada zaman geniştir. Genişleyen zaman, hatırlamaya izin verir. Kim yavaşlarsa, hatırlamaya başlar. Çünkü hatırlamak, hızın unuttuğunu yeniden solumaktır. İnsanın kendine dönüşü, bu yavaşlıkta başlar. Çünkü dönüş, bir hareket değil, bir duruştur. Dönmek için önce durmak gerekir. Kim durursa, yerin ritmini duyar. Yerin ritmini duyan, artık dış dünyanın sesine kulak vermez. Onun kulakları içtedir. O sesi duyan, artık göğe değil, derinliğe inanır. Derinlik, varlığın asıl yönüdür. Yukarı çıkmak büyütür; aşağı inmek tamamlar. Yerin son nefesi, bir öğretidir: “Her şey geri döner.”

Ne iyilik kaybolur ne kötülük; ne söz silinir, ne sessizlik. Çünkü yer, her şeyi döndürür; hiçbir şeyi dışarıda bırakmaz. Kim bu döngüyü fark ederse, artık ne korkar ne hükmeder. Çünkü bilir: olan her şey, yerin düzeninde yerini bulur. Hiçbir kayıp, yerin gözünde gerçek kayıp değildir; kaybolan yalnızca biçimdir.

Yerin son nefesini duyan insan, artık yükselmeyi değil, yerleşmeyi ister — köklenmeyi. Çünkü göğe ait olan geçicidir; yere ait olan kalıcı. Kalıcılık, hareketsizlik değil, sürekli devinimdir. Toprak da hareket eder ama içinde: yüzeyde değil, derinde. İnsan da öyle olmalı: dışta değil, içte hareket eden bir varlık. İçsel devinim, sessiz dönüşün adıdır.

Kendine dönen insan, artık kimseyle savaşmaz. Çünkü savaş, yönün kaybolmasıdır. Yerin merkezinde yön yoktur. Kim merkezde yaşarsa, her şeyi aynı anda görür. O yüzden böyle bir insan için artık düşman yoktur: ne başkası, ne kendisi. Çünkü “ben” bile bir yönün adıdır; merkezde ben yoktur, sadece varlık vardır.

Yerin son nefesiyle insan, kendi aynasında görünür. O ayna karanlık değildir; derindir. Orada her şey çıplaktır. Ne yalan, ne maske, ne dua kalır; sadece saf bir “evet”. Bu “evet”, kabullenişin son hâlidir. Kim bu “evet”i söyleyebilir, artık hiçbir şeye direnmez. Direnmeyen, yerin yasasına dâhil olur. Yer onunla konuşur; o, yerin sesi olur.

Dikkat etmek gerekir: kendine dönüş, dünyadan kaçış değildir; aksine, dünyanın kalbine inmektir. Çünkü dünya bir yük değil, bir rahimdir. Rahme dönen doğar. Ama doğum sancılıdır. O sancı, dönüşün ateşidir. Kim o ateşi söndürmeye çalışırsa, dönüş yarım kalır. Ateş yanacak ama yakmayacak; ışık verecek ama kör etmeyecek. İşte bu ateş, yerin son nefesinin içindeki ilk kıvılcımdır.

Anlaşılması gereken budur: Yerin son nefesi, bitiş değil, tamamlanmadır. Çünkü her şey, kendi menşeine dönmeden tamamlanmaz. Yer menşe olduğu için, dönüş de ona yapılır. İnsanın dönüşü kendine değil, yerin kendisinedir. Ama o anda artık fark yoktur; çünkü kendisi de yer olmuştur.

Ve o an, bütün yollar susar. Hiçbir yön kalmaz, hiçbir soru; yalnızca varlığın ağır bir huzuru. Gök sessizleşir, yer parlar. Ve insan, nihayet şunu anlar: yol yoktu; yürüyen, hep yerdi. Ben yalnızca onun hatırlayışıydım.

Yerin hafızasında kaybolmak, unutulmak değil, hatıranın kendisi olmaktır. Çünkü hatırlayanla hatırlanan, orada ayrılmaz. Bir sesin kaynağını artık ayırt edemediğiniz o anda siz ses değil, yankısınız; siz hatırlayan değil, hatırasınız. Yerin hafızasında her şey böyle çözülür: benlik bir tınıya, tını bir sessizliğe, sessizlikse varlığın ağır bir nefesine dönüşür.

Orada hiçbir şeyin adı yoktur; çünkü isim, ayrılığı doğurur. İsim verilen her şey sınır kazanır; sınır kazanan da eksilir. Yerin hafızası sınır bilmez; çünkü o, bütün sınırlı şeyleri içinde eriten sonsuzluktur. O yüzden orada ne insan vardır, ne taş, ne gök: yalnızca hatırlama hâli — biçimsiz, yavaş ama mutlak.

Yerin hafızasında kaybolmak, bir düşüş değil, bir çözülüştür. Çözülmek, parçalanmak değil; dağılmadan genişlemektir. İnsan bunu yaşarken korkar; çünkü biçimden vazgeçmek ister ama biçimle kendini tanır. Biçim giderse, kim olduğunu sanır. Ama o kaygı da biçimdir; o da çözülür. Geriye yalnızca saf farkındalık kalır. O farkındalıkta ne bir “ben” vardır ne bir “öteki” — yalnızca farkın kendisi. Ve fark, yerin hatırlayışıdır.

Yerin hafızası, bütün unutuşları taşır. Çünkü unutmak, yüzeyin hareketidir. Yüzeyde her şey kayar ama hiçbir şey düşmez. Her düşen, bir katman daha derine iner, bir iz daha olur. Ve izler birleşir, yankı olur; yankılar birikir, hatıra olur. Böylece varlık, kendi kendini yazar, okur, siler, yeniden yazar. Yerin kitabı budur: yazısı görünmez, harfi sessiz; cildi karanlık ama canlı. Sonsuzluk, işte bu kitabın okunamaz sayfasıdır. İnsan sonsuzluğu hep gökte aradı — uzaklıkta, yüksekte, erişilmezde. Ama sonsuzluk gökte değil, yerin kalbinde, hareketsizliğin içinde saklı. Çünkü göğün sonsuzluğu sayısal, yerinki varlıksaldır. Göğün sonsuzluğu genişler; yerinki derinleşir. Genişleyen tükenir, derinleşen kalır. Yerin hafızasında sonsuzluk, bir derinliğin kendine katlanışıdır.

Orada artık zaman bile yankıdır. Çünkü zaman, hatırlamanın biçimidir. Kim hatırlamayı bırakırsa, zamanı da bırakır. Orada ne önce vardır ne sonra; yalnızca varoluşun kendi yankısı, kendi kendine sessizce söylediği kelimesiz bir dua. O dua ne dilektir ne teşekkür; o, varlığın kendini duyuşudur. Varlık kendini duyar; çünkü hatırlar. Yerin hafızasında kaybolan, kendini bulmaz; kendiliği biter. Çünkü kendilik bir biçimdir; biçim ise geçici. Kalan, biçimsiz bir farkındalıktır: “Varım” bile demez; çünkü o sözü söylemek için ikiye bölünmek gerekir. Oysa orada bir olan iki değildir. Orada yalnızca “vardı” hâli vardır — zamansız bir geçmiş gibi, ama geçmiş olmayan. Bu hâli yaşayan insan, sessizliğin içinden konuşmadan anlaşır, bakmadan görür, duymadan işitir. Çünkü algı artık dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya yayılır. Yerin hafızası onun gözlerinden bakar, onun nefesiyle nefes alır. O artık bir kişi değildir; yerin kendisidir. O yüzden ölmez; çünkü ölmek ayrılmak demektir, oysa o çoktan birleşmiştir.

Dikkat etmek gerekir: yerin hafızasında kaybolmak, yok olmak değildir; sonsuzlukta sükûta ermek, varlığın en derin bilinç hâlidir. Göğün ışığı orada söner, yerin karanlığı parlar. Karanlık korkutucu değildir artık; çünkü orada giz yoktur. Giz bilinmeyenle ilgilidir; oysa orada her şey bir. Bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen aynı aynada erir. Anlaşılması gereken budur: yerin hafızasında kaybolmak, varlığın kendi kendine tanıklığıdır. Varlık kendini artık bir özneyle değil, bir yankıyla bilir. Ve o yankı, insanın içinde sürer. Bu yüzden yerin hafızası yaşayan bir şeydir; sessiz ama canlı, karanlık ama farkında.

Ve sonunda, hiçbir son kalmaz. Çünkü yerin hafızası kendini unutmaz; unutamadığı için hep yeniden doğar. İnsan ölür, ama yankısı sürer; ağaç yanar, ama kökü kalır; gök susar, ama yer hatırlar. Yerin hafızasında her şey yerli yerindedir. Her şey aynı anda biter, aynı anda başlar. Ve orada son söz, hiçbir söz değildir; çünkü varlık artık konuşmayı bırakmıştır ve sükût, sonsuzluğun dili olmuştur.