Ahmet Turan EsinKontrol, insanın varlık karşısında duyduğu güvensizliğin en sessiz biçimidir. Çünkü İnsan, anlam veremediği kudretin içinde küçülmek yerine o kudreti taklit eder. Böylece, Tanrı’ya duyulan güvenin yerini, Tanrı’yı yönetme arzusu alır. Ve korkunun diliyle kurulan her düzen, rahmetin çekildiği bir zemin olur. Çünkü esasen, güvenemeyen biri, yönlendirmeye kalkar; yönlendirmeye kalkan da, teslimiyeti kaybeder; teslimiyetini kaybeden ise, ibadeti idareye dönüştürür.
O an insan, Tanrı’nın hükmüne el uzatır. Bilginin yerini ihtiyat, ihtiyatın yerini vesvese alır; vesvese, aklın içindeki Tanrı korkusuna bürünür. Ve insan, tedbiri iman sanmaya başlar. İman, akışa teslimiyetken, tedbir onun yerine geçen bir korku ritmidir artık. Bu yüzden bu suretle düzenli bir zihin, aslında dağınık bir kalbin dış cephesidir.
Kontrol, görünürde iradenin gücü, özde korkunun sistemleşmiş hâlidir. Korku ise, bilinmeyenden duyulan rahatsızlıktır; ama insan, bu rahatsızlığı inançla taşımak yerine ölçüye çevirir. Ölçmek, güvenmenin yerine geçer; ölçülen her şey, Tanrı’dan biraz daha uzaklaşır. Çünkü Tanrı, ölçülmeyendir.
Kişi, korkusuna anlam vererek kaçtığını sanır; aslında kaçtığı şeye benzeyerek var olur. Böylece yaratılan, yaratıcı olma özentisiyle kendi içindeki karanlığı büyütür. Düzeni sağlamak isterken, hayatın kendiliğini bozar.
Bu suretteki her düzen, bir taşlaşmadır; ve her taşlaşma, bir korkunun kalıba dökülmüş şeklidir. İnsanın en görünür suçlarından biri, korkusunu sistemleştirmesidir. Böylece korku, iman kılığına girer; ihtiyat, ibadet gibi yaşanır; hesap da, teslimiyetin yerini alır.
Kontrol saplantısı, ruhun Tanrı’ya değil, kendi aklına sığınma biçimidir. Zira aklın kudreti, asli olana teslimiyetsiz kaldığında haddi aşar. Haddi aşan her akıl, kendi Tanrı’sını üretir. Bu Tanrı, planlıdır, öngörülüdür, şaşmazdır. Her şey bir kural içinde olmalıdır, çünkü kural bozulduğunda o Tanrı da bozulur.
Böylece insan, kendi Tanrı’sını korumak için hayatın mucizelerini inkâr eder. Mucizeyi kabul etmek, planın yıkılması olur. Oysa plan burada, insanın korkusunun mimarisidir. Yani her şey hesapla yürümelidir ki, ölüm akla gelmesin. Ölüm akla gelmesin diye sistem kurulur, sistem de aklı öldürür. Sonra aklın öldüğü yerde bilgi hüküm verir. Bilgi, anlamın değil, kontrolün aracına dönüşür. Bilmek, yönlendirmek haline gelir; anlamak, müdahale etmeye evrilir.
İnsan, artık bilmediği bir şeye dayanamaz; dayanamadığı her şeyden korkar, korktuğu her şeyi de yönetmek ister.
Bu hususları açalım.
Unutulmamalıdır ki kontrol eden, aslında tutmaya çalıştığı şeyi yavaş yavaş boğar. Çünkü tutulan her şey, nefesini kaybeder.
Çocuğuna hükmeden anne sevgisini, halkına hükmeden yönetici adaletini, kendine hükmeden insan huzurunu yitirir. Kontrol, sevginin bozulmuş hâlidir. Çünkü sevgi, serbest bırakmakla yaşar. Serbest bırakmayan, sevmiyor; kendini sahip zannediyor demektir. Sahiplik, en ince şirk biçimidir. Çünkü insan, emaneti mülk saymaya başladığı an, rahmet kapısı kapanır. Her sahip olunan şey, sahibini de tutar. Tutmak, bağlanmak değil, bağımlı olmak olur. Bağımlı ruh da, özgürlüğü yönetimle karıştırır; oysa yönetilenin sonu, köleliktir.
Kontrol, dua eden insanın bile içinde gizlidir. İnsan dua eder ama sonucu dikte eder; bekler ama şüphe eder; teslim olur ama içine pazarlık gizler. Bu yüzden duası ulaşmaz. Çünkü dua, sonucu değil, sonucu taşıyacak hâli ister. Kontrolcü insan, taşıyamadığı sonucu değiştirmek ister. Değiştiremediğinde suçlar; suçladıkça uzaklaşır; uzaklaştıkça boşluk hisseder. Boşluk, aslında ilahî nefesin alanıdır; ama o, boşluğu korkuyla doldurur. Korku, varlığı taşır gibi yapar, ama içten içe çökerir. Dolan kalpte rahmet barınmaz. Rahmet, yalnızca boşlukta hükmeder. Bu yüzden kalbi dolu olan dua edemez olur. Çünkü bu anlamda kalbi dolu insan, kendi sesinden başka bir sesi işitmez durumdadır.
Kontrolün asıl yüzü yalnızlıktır. Her şeyi tutan, sonunda kimseye dokunamaz. Çünkü dokunmak, risktir; risk, belirsizliktir; belirsizlik, kontrolün düşmanıdır. Oysa Tanrı, belirsizliğin içinde tecelli eder. Kesinliğe yerleşmiş bir zihin ise, Tanrı’yı değil, kendi planını duyar. Bu planın dışında kalan her şey, ona göre sapkınlıktır. Böylece insan, düzen adına merhameti öldürür. Oysa merhamet, hesap tutmaz; hesap, merhameti barındırmaz. Düzenin ortasında adalet yoksa, orada güven değil, korku vardır. Ve insan, korkudan doğan düzenle kendini ayakta tuttuğunu zanneder; oysa korkunun mimarisi, çöküşünün de planıdır.
Kontrol, asli imanın zayıfladığı noktada başlar. Asli iman, Tanrı’ya yönelmiş bilinçtir; kontrol, Tanrı’ya çevrilmiş benliktir. Asli iman’da “Sen” vardır; kontrolde ise “ben”. Asli iman, bırakmaktır, asıl ile bir bağdır, kontrol ise bunu ikame eden bir tutmaklıktır. Asli iman akışı taşır; kontrol, akışı boğar. Bu yüzden kontrol eden insan, en çok aslen imanlı olduğunu sanır.
Oysa o, asli imanın suretine bürünmüş bir korkunun içindedir. Onun düzeni, kalbinde Tanrı’ya değil, kendine yer açar. Kalbine Tanrı’yı sığdırmak isteyen bu kişi, önce kendini oradan çıkarmalıdır. Çünkü Tanrı, asli olmayan şeyle dolu kalbe değil, asli iman mahallinin boş olduğu yere iner.
Kontrol saplantısı, insanın ruhunu sertleştirir. Sertlik, güvenin kaybıdır. Sert olan kırılır; yumuşak olan kalır. Ruh sertleştiğinde işitme yeteneğini kaybeder. Artık Tanrı’nın sesini değil, kendi sesini duyar. Kendi sesini Tanrı’nın sesi sanan bir ruh, en derin sapmadadır. O ruh, artık anlamaz; anlamadığı için affedemez; affedemediği için yaşayamaz. Yaşam, affetmenin nefesidir. Bağışlayamayan insan, kontrol eder; kontrol ettikçe boğulur; boğuldukça daha sıkı tutar. Böylece varlık, akışını kaybeder. Ve insan, kendi tutuşunda ezilir.
İnsanın kurtuluşu, bırakabilme kudretindedir. Bırakmak, ilgisizlik değil, itimat demektir. Bırakabilen, güvenen insandır. Güvenen, teslim olan. Teslim olan, hafifleyen. Hafifleyen, akışı taşır. Çünkü Tanrı, ağırlığın değil, hafifliğin içindedir. Korku, insanı ağırlaştırır; güven, yükseltir. Her ağırlık, bir sahipliktir; her sahiplik, bir zincir. Zincirleri kırmanın yolu, hiçbir şeyi tutmamaktır. Tutmamak, kaybetmek değil, Tanrı’ya iade etmektir. Kim kendi kudretini bırakırsa, asıl kudret onda tecelli eder. Çünkü Tanrı, gücü alınmış insanda görünür. Gücü elinde tutanda değil.
İşte kontrol, insanın Tanrı’yı gizleme biçimidir. Dışarıda düzen kurarken, içte ilahî dengeyi bozar. Her hesap, bir perde olur; her plan, bir duvar. Duvarların arasında kalan ruh, kendi sesini Tanrı sanır. Oysa Tanrı, sessizliktedir. Sessizliğe dönmeyen insan, kendini duyar, Tanrı’yı değil. Kontrolün sonu budur: insan, kendi sesinde kaybolur. Ve Tanrı, onun düzeninde susar.
Kontrol, yalnızca eşyayı ve insanı yönetme çabası değildir; Tanrı’nın işine karışma isteğidir. Bu yüzden en tehlikeli hâli, iyilik kılığında belirenidir. İnsan bazen düzen kurduğunu, bir adaleti koruduğunu, hatta bir emaneti gözettiğini düşünür; oysa gizli bir hükmetme arzusu, her düşüncesinin içinde sessizce büyür. Düzene hizmet ettiğini sanırken aslında kendi korkusuna hizmet eder. Korkusunu Tanrı’nın iradesiyle karıştırır, kendi vesvesesini ilham sanır, kendi tedbirini vahiy zanneder. Böylece insan, hem inançlı hem inkârcı olur; hem Tanrı adına konuşur hem O’nun hükmüne sınır çizer. Bu, bütün sapkınlıkların en ince olanıdır; çünkü günah gibi görünmez, ibadet gibi durur.
Kontrolü meşrulaştıran zihin, iyiliği Tanrı’dan değil, kendi planından bekler. İyiliği yaparken bile sonucu denetlemek ister; oysa gerçek iyilik, karşılık beklemeden yapılan eylemdir. Beklenti, Tanrı’nın işine karışmaktır; çünkü insan, iyiliğin sonucunu görmekle değil, onu teslim etmekle yükümlüdür. Sonucu izleyen göz, Tanrı’nın hükmüne değil, kendi başarısına bakar. Başarısını Tanrı’nın rızasından ayırdığında, iyiliği de kontrol altına almış olur. Böylece sevap bile bir mülk hâline gelir. Kişi, kendi eylemlerine malik olmaya çalışır; oysa hiçbir eylem insana ait değildir. İyilik bile Tanrı’nın iradesiyle açılır; insanın payı sadece o akışa engel olmamaktır.
Kontrol, merhameti de bozar. Çünkü merhamet, pay bırakmaz; oysa kontrol pay ister. Merhamet, akışın içindeki adaletin sesidir; kontrol, o sesi bastırır. Merhamet eden, bağışlayarak teslim olur; kontrol eden, cezalandırarak rahatlar. Cezayı, düzenin teminatı sanır. Oysa cezayı hak eden çoğu zaman suç değil, korkudur. İnsan cezalandırırken korkusunu gizler; gücüyle maskeleyerek onu yüceltir. Gücün içindeki korku, en tehlikeli kudret biçimidir; çünkü görünürde haklıdır. Haklılık, Tanrı’nın değil, insanın icadıdır. Tanrı’nın adaleti sessizdir; insanın adaleti gürültülüdür.
Kontrolcünün içinde bir yargıç yaşar; bu yargıç ne uykuda dinlenir ne ibadette susar. Her şeyin hesabını tutar: başkalarının günahını, kendi doğruluğunu, dünyanın eksikliğini. Oysa dünya eksik olduğu için güzeldir; eksiklik, tamamlanmaya değil, hatırlamaya çağırır. Kişi, her şeyi tamamlamak isteyince yaratılışı bozar; çünkü yaratılış tamamlanmamışlığın ahengidir. Her eksiklik, bir dua gibidir; tamamlanmak istediği için değil, var olduğu için anlam taşır. İnsan bunu göremez; her şeyi bitirmek, düzeltmek, denetlemek ister. Bu istek, mükemmeliyetin değil, güvensizliğin maskesidir.
Kontrol, zamanla sevgiyi de kurutur. Çünkü sevgi, kendiliğin eylemidir; kontrol, hesaba bağlıdır. Seven, nedenini bilmez; kontrol eden, sebebini hesaplar. Hesap başladığında sevgi biter. Sevgi, riskin adıdır; risk, kontrolün karşıtıdır. Sevginin değeri, bilinmezliğindedir; kontrol eden, bilinmezliğe dayanamaz. Bu yüzden sevdiğini gözler, denetler, sınar. Güvenle değil, korkuyla sever. Oysa korkuyla kurulan hiçbir bağ, uzun sürmez. Kontrol eden, korumak ister; korudukça boğar. Boğdukça daha çok korumaya kalkar; sevgi, bu kısır döngünün içinde nefessiz kalır.
Kontrol, bedenin de içine işler. Kasılır, daralır, gevşemekten korkar. Gevşemek, çözülmek demektir; çözülmek, teslimiyetin bedensel hâlidir. Ruh nasıl korkudan kasılırsa, beden de o korkunun aynası olur. Kontrolcü insanın bedeni, ruhunun heykelidir: sert, gergin, yorulmuş. Bu yorgunluk, çalışmaktan değil, direnmekten doğar. Çünkü insan, Tanrı’nın akışına karşı durdukça taşlaşır. Taşlaşmak, ölmeden önce ölmektir. Diriliğin sırrı gevşemektir; gevşemek, teslimiyettir; teslimiyet, güçsüzlük değil, gücün kaynağına dönüştür. İnsan bunu anlayamadığı için daima tedirgindir.
Kontrol, aklın övünç maskesidir. Zihin, kendini güvenlik aracı sanır; oysa akıl, güvenin değil, yönün aracıdır. Yön, bilmek içindir; güven, bilmemek. İnsan bilmedikçe güvenir, güvendikçe huzur bulur. Bilgiyi mutlaklaştıran, güveni yitirir. Çünkü her şeyi anlamaya çalışan, artık hiçbir şeyi hissedemez. Hissetmeyen, inanmayan olur; inanmayansa daima kontrol eder. İnanç, anlamamakta huzur bulmaktır; kontrol, anlamayı putlaştırmaktır. İnsan bilginin putuna taparken fark etmez; çünkü bu tapınma akıl kılığında gerçekleşir. Akıl, ruhun aleti olmaktan çıkar, efendisi olur. O zaman insan, Tanrı’ya değil, kendi zekâsına secde eder.
Kontrolün son halkası, iç denetimdir. İnsan dış dünyayı yönetirken bir noktada kendi içine döner; bu kez kalbini denetlemeye başlar. Her duyguyu, her arzuyu, her hatırayı tartar. Sevinç bile bir suç gibi görünür; hüzün, disiplinin parçasına dönüşür. İçsel sansür, dışsal baskıdan daha zalimdir; çünkü insanı kendi içine mahkûm eder. Artık dışarıda bir düşman yoktur, içte bir gardiyan vardır. Ruh, bu gardiyanla yaşar; her nefes, bir sorguya dönüşür. Oysa Tanrı, sorgulayan değil, bağışlayan bir varlık bilincidir. Kendini affetmeyen insan, Tanrı’ya da inanamaz. İnancın özü, kendini affedebilmektir; çünkü insanın bağışlanmaya en muhtaç yanı, kendi kontrolüdür.
Kontrol saplantısından kurtulmak, insanın yeniden doğması gibidir ve buna bağlıdır.
Doğmak, eski kalıpları bırakmaktır; asli doğuş fiili esasında iskat etmektir. Çünkü Tanrı, kalıpların içinde değil, asli mahallinde esasen tecelli eder. Bu bir boşluk olarak durur, ve bu anlamda boşluk korkutucudur; çünkü orada hiçbir garanti yoktur.
Fakat garanti, asli imanın düşmanıdır. İnsan ne surette ve esasta olursa olsun garanti ister; Tanrı ise, asıl.
Bu iki kelime arasındaki fark, tüm varoluşun sırrıdır. Garanti, geleceği kontrol etmek ister; asıl ise, geleceği Tanrı’ya bırakır. Bırakmak, teslim olmaktır; teslim olan, artık kaybetmez. Kaybetmediği için tutmaz; tutmadığı için rahattır. Gerçek huzur da, bu manada sahip olmamakta saklıdır.
Kontrolün terk edildiği yerde kalp açılır. Kalp, Tanrı’nın ilk evi değil, tek evidir. Bu bağlamda o evin kapısı, insanın “ben” deyişinde kapanır, “Sen” deyişinde açılır. “Ben” diyen her nefes, o kapıya taş koyar; “Sen” diyen her nefes, o taşı kaldırır. Kalbin açılması, teslimiyetin görünmeyen mucizesidir. Kontrolü bırakan, dünyanın yükünü de bırakır. Dünya, sahip olmak isteyenin omzunda ağırdır; ait olduğunu bilenin kalbinde hafif. Hafiflik, ruhun özgürlüğüdür. Özgür olan, artık hükmetmez; çünkü hükmetmeye ihtiyaç duymaz. Onun içinde düzen yoktur ama huzur vardır. Ve niahi tahlilde huzur, kontrolün çöktüğü yerdir.
İnsanın son imtihanı, kendi hükmünden vazgeçmektir. Hükümden vazgeçen, iradesini yitirmez; iradesini kaynağına iade eder. Bu iade, kul olmanın en yüksek hâlidir. Çünkü kul, Tanrı’ya rağmen değil, Tanrı ile yaşar. Onun için kontrol, artık anlamını yitirir. Hükmetmenin yerini dua, sahip olmanın yerini teslimiyet alır. Böylece insan, Tanrı’nın işine karışmaktan kurtulur. Kurtuldukça genişler, genişledikçe hafifler, hafifledikçe Tanrı’ya yaklaşır. Tanrı’ya yaklaşmak, uzaklaşmayı bırakmaktır. Ve insan sonunda anlar: teslimiyet, kaybolmak değil, asıl var olmaktır.
Teslimiyet, insanın kendi ağırlığından arınma biçimidir. Çünkü ağırlık, sahiplikten doğar; sahiplik ise korkudan. Korku, varlığı tutma isteğidir. Tutmak, akışa karşı koymaktır. Oysa insan, akışın kendisidir; suyun kendi yatağını bilmesi gibi, ruh da yönünü bilir. Fakat aklı, o yönü değiştirmeye kalkar. Değiştirdikçe kurur, kurudukça korkar. Korktukça yeniden düzen kurar, kendini güven altına almak ister. Güven sandığı şey, aslında esarettir. Çünkü güven, düzenin değil, belirsizliğin içinde mümkündür. Belirsizlik, Tanrı’nın alanıdır; o alanı doldurmak isteyen, Tanrı’nın yerini almak ister. Böylece insanın güven arayışı, onun ilk günahına dönüşür: teslim olmayı reddetmek.
Teslimiyet, aklın değil, kalbin işidir. Aklın görevi anlamak, kalbin görevi emanet etmektir. Aklın sınırında teslimiyet başlar. Bu sınırı geçemeyen insan, anlamı idare etmeye kalkar; anlamı kontrol etmeye çalışan, hikmetten mahrum kalır. Hikmet, bilginin sükûnetidir. Bilgi gürültülüdür, hikmet sessiz. Kontrol, bilginin gürültüsünü artırır; teslimiyet, o gürültüyü susturur. Susmak, öğrenmenin en derin biçimidir; çünkü insan ancak sustuğunda işitir. İşiten, artık anlamak için çabalamaz; o, anlamın içindedir.
Teslimiyetin sırrı, esasen, bilinmeyeni sevmektir. Bilinmeyenden korkmak, insanın ilk alışkanlığıdır; fakat o korku Tanrı’nın bir davetidir.
Bu yüzden bu anlamda bilinmeyene yönelmek, o davete icabet etmektir. Ama insan, anlamadığı şeyi reddederek aklını koruduğunu zanneder; aslında aklını tutsak eder. Reddettikçe küçülür, küçüldükçe daha çok reddeder. Fakat bilinmeyene adım atan, sonsuzluğa açılır. Sonsuzluk, kontrolün düşmanıdır; çünkü orada sınır yoktur. İnsan sınır ister, Tanrı ise sınırsızlıkla konuşur. O sesi duymak için insanın sınırlarını bırakması gerekmektedir.
Bu bakımdan teslimiyet, insanın kendine olan inancını Tanrı’ya çevirmesidir. Kendine inanan, kendi sınırını büyütür; Tanrı’ya inanan, sınırını ortadan kaldırır. Bu iki inanç arasındaki fark, gökle yer arasındaki fark gibidir. Birinde insan yükselmek ister, diğerinde yükselme Tanrı’nın takdiridir.
Kendi kudretine inanan, sürekli yorgundur; çünkü her şeyi kendi taşır. Tanrı’ya inanan hafiftir; çünkü hiçbir şeyi kendi taşımaz. Öte yandan hafiflik, teslimiyetin meyvesidir. Hafif olan uçar, ağır olan yere çakılır, bu anlamlarda.
Teslim olan, artık açıklama aramaz. O bilir ki, Tanrı’nın düzeni açıklamaya değil, kabule dayanır, asıllar esasında.
Ama açıklama isteği, bu asıllara dayanmış bir inanç bakımından inancın zayıflığıdır. Çünkü bu suretle inanan bilmek istemez, hisseder. His, bilginin yerini almaz; onu susturur. Bilginin sustuğu yerde de hakikat görünür. Ama hakikat, kelimeyle taşınmaz; çünkü kelime, sınırlıdır. İnsan kelimelere tutunarak Tanrı’ya ulaşmak ister; oysa Tanrı, kelimelerin bittiği yerdedir. Ve teslimiyet, kelimelerin susmasıdır.
Teslim olmanın içinde utanç yoktur, çünkü orada ben yoktur. Utanç, hâlâ direnen benliğin kalıntısıdır. Teslim olan, kendini savunmaz; çünkü savunma, kontrolün dilidir. Savunmak, haklı kalmak istemektir; oysa haklı kalmak, yalnızlıktır. Tanrı’nın katında haklılık yoktur, lütuf vardır. Lütfa ulaşan, artık kanıt peşinde koşmaz. Çünkü kanıt, güvenin yedeğidir; güvene sahip olan, kanıta ihtiyaç duymaz.
Teslimiyetin meyvesi, sükûnettir. Sükûnet, bir sonuç değil, bir haldir. Dışarıda fırtınalar koparken içteki sessizlik bozulmuyorsa, orada teslimiyet vardır. İnsan, dünyanın gürültüsüne değil, içindeki sessizliğe dayanarak yaşar. Sessizlik, Tanrı’nın nefesidir; o nefesin içinde korku barınmaz. Teslim olan insan, korkunun sesini duysa bile onu kendi sesi sanmaz. Çünkü bilir ki korku da Tanrı’nın öğretimidir; her korku, insanı Tanrı’ya biraz daha yaklaştırır.
Teslimiyet, iradeyi yok etmez; onu arındırır. İnsan, iradesini Tanrı’ya sunduğunda özgürlüğünü kaybetmez, özgürlüğe ulaşır. Çünkü özgürlük, seçebilmek değil, seçilenin rızasına razı olmaktır. Kendi iradesini Tanrı’nın iradesine bağlayan, artık hata yapmaktan korkmaz; çünkü bilir ki hata bile rahmetin bir biçimidir. Teslim olan insan, pişmanlığı bile şükre çevirir. Pişmanlık, kontrolün dilinde cezadır; teslimiyetin dilinde uyanış.
Teslimiyet, zamanı da değiştirir. Zaman, kontrol eden için baskıdır; teslim olan için akıştır. Kontrol eden, geçmişi düzeltmek, geleceği belirlemek ister; oysa teslim olan, şimdiye razıdır. Şimdiki an, Tanrı’nın en saf tecellisidir. Geçmiş insanın yükü, gelecek korkusudur; Tanrı ne geçmiştedir ne gelecekte, sadece şu andadır. An, kontrol edilemez; bu yüzden kutsaldır. İnsan anı yakalamaya çalıştıkça onu kaybeder; an, sadece bırakıldığında kalır.
Teslimiyetin son merhalesi, tevekküldür. Tevekkül, eylemsizlik değildir; eylemi Tanrı’ya bırakmaktır. Eylemin sonucunu değil, kaynağını gözetmektir. İnsan, her şeyi planlarken sonuçtan korkar; tevekkül eden, sonucu Tanrı’ya bırakır. Bırakmak, kayıtsızlık değil, tam bir idrak olur. Çünkü teslim olan bilir ki, hiçbir şey boşuna değildir ve idrak olunan bir asıldır. Ve yine de kaybın bile içinde rahmet saklıdır. İnsan bunu görmediği için ağlar; oysa ağlamak da rahmetin yankısı olmaya akar. Gözyaşı, kalbin yumuşadığının delilidir; yumuşayan kalp, kontrolü bırakmıştır çünkü.
Teslimiyet, ölümle tamamlanır. Ölüm, Tanrı’ya dönüş değil, Tanrı’nın insanda yeniden doğuşudur. Kontrolcü insan, ölümden korkar çünkü bilmediği bir düzenle karşılaşır. Oysa teslim olan, ölümü tanır; ölüm onun için yokluk değil, hafifliktir. Ölüm, her kontrolün son bulduğu andır. İnsan öldüğünde, sahip olduğu her şeyin kendisine ait olmadığını nihayet anlar. Fakat bu fark edişin bedeli ağırdır; o yüzden teslimiyet, ölmeden önce ölmenin sanatıdır. Ölmeden önce ölen, Tanrı’yla yaşamaya başlar.
Ve insan en sonunda kavrar: kontrol, sahiplenmenin dili; teslimiyet, sevmenin dilidir. Kontrolde korku vardır, teslimiyette huzur. Kontrol, insanı taşlaştırır; teslimiyet, suya çevirir. Su, her kabın şeklini alır ama özünü kaybetmez. Teslim olan da böyledir: değişir ama yok olmaz. Değiştikçe var olur, var oldukça hiçleşir, hiçleştikçe Tanrı’ya yaklaşır. Çünkü Tanrı’ya en yakın olan, artık kendinden tamamen geçmiş olandır.
Hiçlik, insanın varlığa en yakın hâli. Çünkü Tanrı, dolu olanın içinde değil, boş olanın kalbinde tecelli eder.
İnsan, kendini korumak için dolmaya, Tanrı’yı bulmak için boşalmaya muhtaçtır. Dolmak, kimliğin kalıplarıyla örülmek; boşalmak, o kalıplardan soyunmaktır. İnsan, kendini inşa ettikçe Tanrı’dan uzaklaşır; çünkü inşa, sahipliktir. Sahip olan, teslim olamaz. Oysa hiçlik, teslimiyetin en saf biçimidir; bir insan ne kadar hiçleşirse o kadar Tanrı’ya yaklaşır. Çünkü Tanrı, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin kaynağı olandır. İnsan bu sırrı kavradığında, hükmetmek yerine var olur, konuşmak yerine susar, istemek yerine bekler. Beklemek, kontrolün reddidir; bekleyen, hükmü zamana bırakandır. Zamanı yönlendirmeye kalkışmayan insan, artık kendi varlığının da sahibi değildir.
Hiçlik, bir yokluk değildir; bilincin saflaşmasıdır. İnsan, benliğini yok ettiğinde, benliğin ardındaki hakikati görmeye başlar. Benlik, varlığın yüzüne örtülmüş bir perde gibidir. İnsan o perdeyi her kaldırdığında biraz daha körleşir; çünkü onu kendi eliyle kaldırır. Oysa perde, Tanrı’nın merhametidir; insan, o perdenin ardında yanmadan var olabilsin diye. Hiçlik, o merhamete rızadır. Kendi perdesine razı olan, kendi sınırına da razıdır. Sınırına razı olan, artık onu aşmaya çalışmaz; aşmaya kalkmadığı için hakikati görmeye başlar. Çünkü hakikat, sınırın ötesinde değil, sınırın içinde saklıdır.
Hiçlik, insanın en büyük özgürlüğüdür. Çünkü sahiplik esarettir, sahip olunmamak özgürlüktür. Sahip olunan her şey, insana zincir olur. Mal, itibar, bilgi, hatta iyilik bile… İnsan, iyiliği bile sahiplenmeye başladığında yozlaşır. Oysa iyilik, sahip olunduğunda kirlenir. Gerçek iyilik, insanın kendinden geçtiği andır; orada ne yapan vardır ne yapılan. Eylem, Tanrı’nın iradesinde erir. Bu eriyiş, özgürlüğün aslıdır. Çünkü özgürlük, seçme kudreti değil, seçilmiş olana razılıktır. Seçilen ne olursa olsun, onu taşıyabilmek özgürlüğün ilk şartıdır.
İnsan, bu rızayı öğrendiğinde artık korkmaz. Zira korkunun kökü, kaybetme endişesidir.
Kaybedecek bir şeyi kalmayan, korkmaz. Kaybetmemenin yolu, hiçbir şeyi tutmamaktır. Tutmayan insan, kaybetmez; çünkü sahip değildir. Sahip olmayan, özgürdür. Bu yüzden en büyük özgürlük, kaybetmeye razı olmaktır. Kayıp, insanın kalbine açılan bir deliktir; o delikten Tanrı sızar. Her acı, bir deliktir; her gözyaşı, o delikten akan sudur. O su, kalbi temizler. Kalbi temizlenen ise, artık korkusuzdur.
Hiçlikteki insan, artık sevmeye değil, sevgide erimeye başlar. Sevgi onda bir eylem değil, bir hâl olur. O hâl, her şeye merhametle bakmaktır. Merhamet, Tanrı’nın insanda kalan son izidir. Kontrol bu yazıda ele alındığı bağlamda, bu izi silmeye çalışır; çünkü merhamet, hesap tutmaz, ve esap tutmayan şey, kontrolcü zihni korkutur. Fakat merhamet, Tanrı’nın insanla konuşma biçimidir hâla; bir kelimeye, bir bakışa, bir susmaya sığar. Ve merhamet eden, artık insanlara değil, Tanrı’nın insanlarda zuhur eden suretine bakar.
Özgürlük, merhametle tamamlanır. Çünkü özgür olan, bağışlayabilir. Bağışlamak, iradenin en yüksek hâlidir. İnsan bağışladığında hükmünden vazgeçer; kendi yerine Tanrı’yı koyar. O zaman bağışlamak adaletin değil, rahmetin fiiline dönüşür. Adalet bölüştürür, rahmet birleştirir. İnsan, rahmetin dilini konuşabildiğinde artık hükmetmez, dua eder. Duanın içinde yönetmek yoktur, yönelmek vardır. Yönelen, artık yolun nereye gittiğini bilmez ama bilir ki her yol aynı merkeze çıkar.
Hiçlik, duanın derinliğinde tamamlanır. Çünkü dua, insanın kendinden soyunduğu andır. Gerçek dua, istemek değil, hatırlamaktır. İnsan dua ederken Tanrı’yı değil, O’ndaki yerini hatırlar. O yer, ne yukarıdadır ne aşağıda; insanın kalbinin tam ortasındadır. Kalbin ortasına dönmek, Tanrı’ya dönmektir. Kontrol, insanı o merkezden uzaklaştırır; çünkü kontrol edenin kalbi doludur. Dolu kalp, Tanrı’yı değil, kendi sesini duyar. Sessizliğe bürünmek, duanın ilk şartıdır. Sessizlik, Tanrı’nın cevabıdır.
Özgür ve teslim olmuş insan, artık sureten pek konuşmaz; konuşmadan da anlatır. Onun varlığı bile dua gibidir. Sessizliğiyle öğretir, varoluşuyla sükûnet yayar. Çünkü Tanrı, onun üzerinden konuşur.
Bu hâl, insanın son mertebesidir: Tanrı’nın aynası olmak. Malumdur ki ayna, kendi yüzünü göstermez; yüzü yansıtır. İnsan da kendi kimliğini bırakmadıkça yansıtamaz. O yüzden son merhale, aynanın saydamlığına erişmektir. Saydam olan, artık görünmez; ama bu görünmeyen, Tanrı’nın görünür hâlidir.
Ve sonunda insan anlar ki kontrol etmek, Tanrı’yı unutmak; bırakmak, O’nu hatırlamaktır.
İnsan, ne kadar çok bırakırsa o kadar hatırlar. Her bırakış, bir hatırlayıştır; her hatırlayış, bir dönüş. Dönmek ise, yeniden var olmaktır. Var olma da,, hiçliğin rahminde yeniden doğmaktır.
İnsanın asıl yanılgısı, Tanrı’nın hükmünü kendi aklının sınırına indirmesidir. Bu yüzden her çağda, her düşüncede, her dilde aynı tuzak yeniden kurulmuştur. Çünkü insan, hükmetmekle anlamayı karıştırmıştır. Anlamak için eğilmesi gereken yerde, yönetmek için dikilmiştir. Fakat eğilmek bilgeliktir, dikilmek kibir.
Bilgelik, bilginin susmasıyla başlar; kibir, suskunluğun dayanamadığı gürültüdür. İnsan gürültüsünde Tanrı’yı aramaya kalkar; oysa Tanrı sessizliğin özündedir. Gürültü arttıkça Tanrı uzaklaşmaz, insan kendi kulağını sağır eder. Bu yüzden kontrol eden her zihin, bir tür sağır kalptir. Kalp işitmezse, göz görse de anlamaz.
İnsan, her çağda aynı yanılgıyı farklı yüzlerle yeniden yaşıyor. Bazen bunu güçle yapar, bazen inançla, bazen bilgiyle, bazen sevgiyle. Ama bilmez ki bu anlamdaki güçle kontrol etmek zulümdür, bilgiyle kontrol etmek kibirdir, sevgiyle kontrol etmek sahte merhamettir, inançla kontrol etmek şirk sınırıdır. Oysa bu dört şeyin her biri, kendi kaynağında saf hâlidir. Güç, adaletin; bilgi, hikmetin; sevgi, rahmetin; inanç, huzurun dilidir. Ama insan o dili sahiplenince anlamı bozulur. Tanrı’nın kelâmı insanın ağzına geçtiğinde emir değil, yorum olur. Bu yüzden insanın her sözü eksiktir; çünkü o, kendi sınırını taşıyarak konuşur.
Gerçek hüküm, insanın değil, varlığın akışındadır. O akışın içindeki her şey, bir başka şeye bağlı olmadan yerini bulur. Güneş doğmak için izin istemez, rüzgâr yönünü danışmaz, su eğildiği yatağı sorgulamaz. Her biri, kendine biçilen yere rıza gösterir. Rıza, düzenin en saf şeklidir. İnsan, bu düzene dahil olduğu ölçüde huzur bulur. Fakat insan, düşmüş aklıyla o düzeni anlamaya kalktığı anda, o düzenden çıkar. Çünkü bu akıl, Tanrı’nın değil, insanın dar terazisidir; ölçer ama tartamaz, tartar ama ayıramaz. Bu yüzden bu anlamdaki akılla kurulan her hüküm eksiktir. Eksiklik, insanın yaratılışında bir kusur değil, hatırlama fırsatıdır. Eksik kaldığını bilen insan, tamamlanmayı istemez; çünkü bilir ki tamamlanmak Tanrı’ya mahsustur.
Tanrı’ya dönen insan, eksikliğini saklamaz. Onu bir yara gibi taşır, ama o yara ona zarar vermez. Çünkü o yara, Tanrı’nın parmağının değdiği yerdir. Her yara bir işarettir; kiminde gururdan kalan iz, kiminde teslimiyetin mührü. Kiminde korku, kiminde sabır. İnsan yarasını reddettikçe Tanrı’dan uzaklaşır; çünkü Tanrı, insanın kusursuz hâline değil, kırılmış yerine yaklaşır. Kırılmak, Tanrı’ya açılmaktır. Kırılmayan kalp, öğrenmez. Öğrenmeyen kalp, büyümez. Büyümeyen kalp, hükmetmeye başlar.
Kendini büyütmeye çalışan insan, evreni küçültür. Çünkü her sahiplenme, varlığın alanını daraltır. Evren, sadece özgürlükle genişler. Tanrı, insanın eline teslim etmez evreni; yalnızca emaneti verir. Emanet, yönetim değil, gözetimdir. Gözetmek, sevmektir. Sevmek, hükmetmemektir. Hükmetmeyen, yok etmez. Yok etmeyen, yaratılışa ortak olur. Bu yüzden en büyük yaratıcı eylem, hiçbir şeyi bozmayandır. İnsan bunu kavradığında, kontrol etmek yerine korunur. Korumak, sahiplenmek değildir; emaneti yerine göre taşımaktır.
İnsanın en kutsal hâli, taşıyıcı olduğunun farkına vardığı andır. O andan sonra hayat yük değil, anlam olur. Yük, iradenin altında ezilir; anlam, kalbin içinde genişler.
Kontrolcü insan, her şeyi yük haline getirir; çünkü taşıdığı şeyi Tanrı adına değil, kendi adına taşır. Oysa Tanrı’nın adıyla taşınan hiçbir şey ağırlık yapmaz. Çünkü O’nun adı, her ağırlığı hafifletir. Hafifleyen kalp, yeniden çocuk olur. Çocuk, kontrolün bilmediği bir varlıktır; çünkü güveni doğuştandır. Çocuğun duası plan içermez, yalnızca inanır. Teslimiyetin en saf hâli, o masumiyetin içindedir.
Hüküm, Tanrı’nın sonsuz aklının bir gölgesidir. İnsan, o gölgeye bakarak varlığını tanır. Gölgeyi gerçeğin yerine koyduğunda ise karanlık başlar. Karanlık, Tanrı’nın yokluğu değildir; insanın ışığı yanlış yere çevirmesidir. İnsan, kendi ışığını Tanrı’nın ışığının önüne geçirdiğinde, dünyayı değil, kendi siluetini görür. O siluet, her çağda başka bir isimle anılır: medeniyet, bilgi, düzen, hatta huzur. Fakat özünde aynıdır: insanın kendini merkeze alması. Oysa merkeze yalnızca Tanrı yerleşebilir. İnsan merkeze geçtiği an, her şey dengesini kaybeder.
Ve sonunda insan, bütün bu döngünün ortasında kalır: hükmetmek ile teslim olmak arasında.
Hükmetmek, korkunun biçimidir; teslimiyet, aşkın. Korku, aklın; aşk, ruhun dilidir. Aklın söylediği her şey hesap içerir; ruhun söylediği her şey lütuf. İnsan aklını susturup ruhunu dinlediğinde, kontrolün dili çözülür. Çünkü ruh, Tanrı’nın parçasıdır; o, böyld hükmetmeyi bilmez, sadece sevmeyi bilir. Sevgi, hükmü ortadan kaldırır. Sevmek, Tanrı’nın yaratılışa en yakın hâlidir. Bu yüzden Tanrı, insanı sevmeye çağırır, yönetmeye değil.
Ve nihayet, kontrol saplantısından kurtulmuş insanın duası tek bir cümleye dönüşür: “Benim değil, Senin iraden.”
Bu söz, bütün bilginin, bütün aklın, bütün korkunun özetidir. Bu sözü söyleyen artık yönetmez, yönlendirilir; istemez, kabul eder; konuşmaz, duyar; var olmaz, var edilir. Böyle bir insan, Tanrı’nın hükmünün sessiz şahitlerinden biridir. Onun varlığı, varoluşun delilidir. Çünkü Tanrı, en çok kendi hükmüne karışmayanlarda görünür.
Sonunda sessizlik kalır. Bu surette sessizlik, kontrolün yokluğu değil, Tanrı’nın varlığıdır.
İnsan o sessizliğe girdiğinde, hiçbir şeyi yönetmez; her şey onda kendi yolunu bulur, esasen. O zaman anlar: kontrol, dar korkunun diliydi; bu sessizlik ise, sevginin.
Ve bu sevgi, Tanrı’nın hükmünün en aslıdır.